İSTANBUL – HER ŞEYE RAĞMEN (FESTİVAL İZLENİMLERİ)

Yaşıyoruz, her şeye rağmen. Yaşıyoruz, bir umutla. Gelip geçen günlerin ardında bıraktığı karamsarlığa rağmen yeniden umut etmeyi düşlüyoruz, daha güzel günleri. Yeni bir hikaye dinlemeyi arzular gibi. Ve İstanbul’da Kadıköy’ün, Nişantaşı’nın, Beyoğlu’nun kalabalık caddelerini ve sokaklarını arşınlarken dünyanın dört bir yanından mesafeleri aşıp gelen hikayelerle buluşuyoruz. Filmler izliyoruz. Böyle bir şey festival.

İzlerken düşünüyoruz. İzlerken düşlüyoruz. Bazen uyuyup rüyaya dalıyoruz. Başkasının rüyasında kendi hayatımızı arıyoruz. Herkes rüya görür ama herkes hatırlamaz. Biz hatırlayacağımız rüyalar koleksiyonu yapıyoruz.

41. İstanbul Film Festivali’nde çeşit çeşit rüya gördüm. Kimi kısa kimi uzun. Kimi uçuk kimi gerçek. Her rüyadan uyanışımda kendimi başka bir rüyanın içinde buldum. Rüyalardan rüya beğendim. Bir rüyadan çıkıp diğerine daldım.

Bu rüyalardan en etkileyicisi iflah olmaz bir rüyacıdan, Gaspar Noe’den geldi. Vortex adlı yeni filmiyle Noe yine şaşırttı, yine iz bıraktı. Rüya görme gücünün yanı sıra sinema tekniğine de son derece hakim olan bu sıra dışı yönetmen, Vortex ile seyircisine kendisinden beklenmeyen sakinlikte ama kendisinden beklenilen etkide bir izleti sundu. Vortex, yaşlı bir çiftin son günlerini, birbirleriyle ve oğullarıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Daraltılmış bir ekranla açılıyor film. Sinema ekranının yarısı eninde bir pencere açılıyor perdenin ortasında. Yaşlı bir çifti yatakta uyurken izliyoruz. Neden böyle bir çerçeveleme tercih edildiğini düşünürken ekran ikiye bölünüyor ve perdenin yarısı eninde iki pencere ekranı kaplıyor. Artık iki ayrı pencereden karı ve kocanın hayatlarını ayrı ayrı izliyoruz. (Filmin sonunda bu pencerelerin birer fotoğraf slaytı gibi tasarlandığını anlayacağız.) Bazen kesişiyor bazen farklı yönlere gidiyorlar. Ünlü yönetmen Dario Argento’nun canlandırdığı Lui kalbinden rahatsızken, Françoise Lebrun tarafından canlandırılan Elle ise gittikçe ilerleyen Alzheimer hastalığından muzdarip. Problemli bir hayat yaşayan oğullarının isteğine karşı çıkan çift, bir huzurevine gitmeyi reddediyor. Lui sinema ve rüyalar üzerine yazmaya çalıştığı kitabıyla hayata tutunmak isterken, Elle ise gittikçe ilerleyen hastalığı nedeniyle bir an önce ölmeyi arzuluyor. Noe, iki ayrı pencereden bizi hayatın ve ölümün girdabına daldırıyor. Yönetmenin ifadesine göre, böyle bir film çekme fikri, hayatına önceki gibi devam etmesi olasılığı sadece yüzde onbeş olan bir beyin kanaması geçirdikten ve COVID’i atlattıktan sonra doğmuş. Ölümle ve hastalıkla doğrudan yüz yüze gelmek, sert filmlerin yönetmenini bu sefer daha gerçekçi bir zemine çekmiş. Haneke’nin Aşk filmiyle akraba sayılabilecek bu eser, konu itibariyle gerçekçi bir zeminde ilerlese de sinema dilinde yine Noe’nin oyunbazlığını taşıyor. Vortex ile Gaspar Noe, beklenebileceği gibi festivalin uluslararası yarışmasında büyük ödülü kazandı. Gösterimlerin sonunda İstanbul izleyicisi ile de buluştu, ödülünü aldı ve İstanbul’a bir rüya bırakıp gitti.

Ben ise rüya görmeye devam ettim. Türlü türlü film izledim. Kimisi dikkatimi çekti, kimisi aklımdan uçup gitti. Ancak festivalle ilgili izlenimlerimi birkaç başlık altında toplayabilirim. İstanbul Film Festivali’nin yarışma bölümlerinin dışında önemli bir özelliği geçtiğimiz yılın dünya festivallerinden güçlü filmleri İstanbul izleyicisi ile buluşturması. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı kazanan Alcarras, yine aynı festivalin güçlü yarışma filmlerinden Rimini ve Claire Denis’e en iyi yönetmen ödülünü kazandıran Bıçağın İki Yüzü, Fransa’nın Cesar Ödülleri’nde çok dalda ödül alan Sönmüş Hayatlar, Cannes Film Festivali’nde yarışma bölümünde yer alan Bir Evlilik Hikayesi ve yine Cannes’da Belirli Bir Bakış Ödülü’ne layık görülen Oyun Alanı bu filmlerin önde gelenlerindendi.

Bu noktada Avusturyalı aykırı yönetmen Ulrich Seidl’ın Rimini’sine ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Film İtalya’nın Adriyatik Denizi kıyısındaki küçük tatil şehri Rimini’den adını almakta. Hikaye ise artık popülerliğini yitirmiş eski bir pop yıldızı olan Ritchie Bravo hakkında. Ritchie, Rimini’de tatil sezonu dışındaki kış aylarında çoğunluğu yaşlı kadınlardan oluşan eski hayranlarına özel turlar ve şovlar düzenleyerek hayatını geçindiriyor ve hayranlarıyla bazı karmaşık ilişkilere de giriyor. Hayatı ise yıllar önce küçük bir çocukken terk ettiği kızı Tessa’nın genç bir kadın olarak karşısına çıkması ile değişiyor. Tessa babasından mahvettiği hayatının ve kaybettiği yılların telafisi olarak yüklü bir miktarda para istiyor. Bir taraftan hamile de olan Tessa’nın yanında ise Ortadoğulu olduğu anlaşılan sevgilisi ve arkadaşları var. Ulrisch Seidl kültürel ve ekonomik olarak alt tabakadakilerin hayatlarını anlatmakta ve ülkesinin insanlarının karanlık taraflarına eğilmekte ustalaşmış bir yönetmen. Seidl’ın kariyeri ve yaklaşımı ile bu hikaye bir araya geldiğinde değişik okumalara kapı aralanıyor. Sanki Ritchie Bravo artık eski ihtişamını kaybetmiş sarışın Batı Avrupa. Kızı ise yıllar boyunca faydalandığı gelişmemiş ülkelerin görmezden gelinen sorunları. Ve işte yıllar sonra halının altına süpürülmüş bu sorunlar gelip kapısına dayanıyor, onu rahatsız edip dünyasını işgal ediyor. Hem de bir grup Ortadoğulu göçmenle birlikte. Tıpkı bugün Avrupa’nın içine düştüğü çıkmaz gibi, Ritchie Bravo da kendisini bir çıkmazın içinde buluyor ve çare arıyor. Bir tarafta inkar edemediği kızı ve onun için duyduğu suçluluk duygusu, bir tarafta hoşlanmadığı ‘yabancı’ arkadaşları, bir tarafta ise eski ihtişamından uzak biçimde sorunu çözmek için çaresizce kaynak arayışı. Film, tanınmamış oyuncularının doğal performansları ve Seidl’ın kendine has kara mizahı ile de öne çıkıyor. Seidl izleyiciye rahatsız edici bir Avrupa rüyası sunuyor.

Belçika yapımı Oyun Alanı ise çocuk dünyasının karanlık taraflarını anlatan derli toplu, etkileyici ve sıkı bir yapım. İlkokul çocuklarının birbirlerine karşı yaptıkları zorbalıklarda ne kadar acımasız olabildiklerini gösterirken güçlü-zayıf dengesinin ne kadar hassas ve değişken olabileceğini gözler önüne seriyor. Ezilmenin psikolojisini başarılı biçimde işliyor. Bugünün ezileninin adalet umudundan ve güçlü moral dayanaklardan yoksun olduğunda, nasıl yarının zorbasına dönüşebileceğini, kişisel kurtuluş için en yakınındakine yapılan zorbalığın bile nasıl görmezden gelinebileceğini çocukların aralarındaki ilişkiler üzerinden anlatıyor. Aynı dünyanın günümüzdeki hali gibi. Sinema dili açısından ise bütün filmin çocuk bakış açısı yüksekliğinden çekilmesi izleyiciyi bu dünyaya sokmaya hizmet ediyor. Film derli toplu kurgusuyla derdini anlatıyor ve anlatabildiği noktada da fazla uzatmadan biterek akıllarda güçlü bir iz bırakıyor.

Festivale dair dikkatimi çeken bir başka nokta ise roman uyarlamalarının çokluğu idi. Sönmüş Hayatlar, Honore de Balzac’ın romanından uyarlanırken, Bir Evlilik Hikayesi, Earwig, Bıçağın İki Yüzü gibi roman uyarlamaları da festival programında yer alıyordu. Ulusal Yarışma Bölümü’nde yer alan ve yönetmene en iyi yönetmen ödülünü kazandıran Kerr ise Tayfun Pirselimoğlu’nun bizzat kendi romanından yaptığı bir uyarlama. Pirselimoğlu, filmi sonrasında yapılan söyleşide bir romanın sinemaya uyarlanması ile ilgili önemli bir noktaya da parmak bastı; romanı uyarlarken film senaryosunun romanın dışında yeni bir anlatı olduğunun bilincinde olmak gerekliydi. (Gerçi yönetmenin bu noktada bir avantajı var ki uyarlamayı zaten kendi romanından yapıyor olmak ona daha geniş bir özgürlük alanı tanıyordu.) Roman uyarlamalarında yaşanan bazı önemli sorunlar, romandaki fazlaca detayın filme dahil edilmeye çalışılırken filmin odağının dağılmasına neden olması ve romanda belki sayfalarca anlatılabilen bir meselenin filmde bir sahneyle verilmeye çalışılması. Bir uyarlama sadece görüntülü bir roman gibi ele alındığında asla istenilen başarıya ulaşamayacaktır. Romanda sayfalar boyu detaylarıyla ince ince kurulan bir içsel meseleyi bir sahneyle veya bir diyalogla vermeye çalışmak ise çok sakil duracaktır. Romandaki bir mesele filme dahil edilecek kadar önemli görülüyorsa, edebiyatın yaptığını sinema diliyle yaparak ince ince işlenmeli; eğer yapılamıyorsa da dışarıda bırakılmalı. Aksi, filmde ya boşluklara ve atlamalara ya da tutarsızlıklara neden olmakta.

Belgesel film alanında dikkatimi çeken yapımlar Zordur Gitmek, Ev Ödevi ve Eat Your Catfish filmleri oldu. Zordur Gitmek Etiyopya’da, bir çeşit uyuşturucu olan gat otunun kullanımını ve ticaretini yüksek bir estetik dille anlatıyor. Gelişmemiş bir ülkede, kaçmak veya kalıp sefalete razı olmak arasında sıkışan insanların dertlerden uzaklaşmak ve zihinlerini uyuşturmak için başvurdukları bir yöntem gat çiğnemek. Film, Afrika’nın bazı ülkelerinde ve Yemen’de yoğun biçimde kullanılan bu ota dikkat çekerken dünya ve insan hallerine ilişkin de önemli tespitlerde bulunmuş oluyor.

İran yapımı Ev Ödevi ise Abbas Kiyarüstemi’nin Arkadaşımın Evi Nerede? Filminin izini sürerken ilkokul çocuklarıyla yaptığı röportajlarla İran’daki sınıfsal uçurumun ve adaletsizliğin çocuklar üzerinden okunmasını sağlıyor. Kiyarüstemi’den beri onca yıla rağmen değişen pek bir şey yok belki de. Belki bir kesim zenginleşti ama çok daha fazlası halen kötü koşullar altında yaşamakta. Ve bu durumun etkisini çocuklar üzerinden karşılaştırmalı biçimde görebilmek insanda sarsıcı bir etki bırakıyor. Film, fazlaca röportaj üzerinden ilerlese de çocukların sevimliliği ve doğallıkları ile kendisini izletmeyi başarıyor.

Ulusal Belgesel Yarışması Bölümü’nde yer alan ve en iyi belgesel ödülünü kazanan Eat Your Catfish, ALS hastalığını bir aile üzerinden çarpıcı biçimde anlatıyor. Filmin hemen hemen tamamı, ALS hastası olan Kathryn’in sandalyesinin üzerine yerleştirilen sabit bir kameranın çektiği görüntülerden oluşmakta. Filmin yönetmenlerinden olan Kathryn’in oğlu Noah’ın katkısıyla bu kamera ailenin hayatından 930 saatlik görüntü kaydetmiş ve filmin diğer yönetmenleri Senem Tüzen ve Adam Isenberg’in kurgusuyla bu görüntüler bir filme dönüşmüş. Bu kadar uzun bir kayıt süreci ve varlığını unutturan kamera sayesinde film bize ailenin hayatının en mahrem anlarını doğal biçimde sunmayı başarıyor ve bu yönden çok değerli. ALS hastalığının zorluğuna, sevdiğiniz bir insan olsa da böyle bir hastaya bakmanın ne kadar zorlayıcı bir süreç olabileceğine dair bize birinci elden bir belge sunuyor.

Ulusal Yarışma Bölümü’nde ise on iki film yarıştı ve bunların neredeyse yarısına yakını yönetmenlerin ilk filmleriydi. Bu filmlerden sadece küçük bir kısmını izleme şansı buldum. Ülkesinden uzak kalmak zorunda kalan ve son on üç yılının çoğunu Türkiye’de geçiren ünlü İranlı yönetmen Bahman Ghobadi Türkiye’de çektiği ikinci filmi Dört Duvar ile ulusal yarışmada yer alıyordu. Yarışmanın yıldız ismi Ghobadi’nin filminin kendisinden beklenileni karşılamaktan uzak olduğunu belirtmek gerek. Yönetmenin şiirsel imgeleri sinemada etkili biçimde kullandığı kısımlar dışında karakterler ve öyküdeki bazı tutarsızlıklar filmin zayıf yönleri. Sanki gerek hikaye gerekse diyaloglarda ‘lost in translation’ yani çeviride kaybolma durumu yaşanıyor. Ghobadi’nin Türkiye’de Türkçe olarak çektiği bu filmde bazı oyuncu seçimlerinin ve oyuncuların rollerini ele alışlarının karakterlere pek uymadığı söylenebilir.

İzlediğim yarışma filmlerinden bir diğeri Turna Misali, ilgi uyandıran bir konuyu işlese de konunun içini aynı ölçüde dolduramamakta. Göçerlik ve yaylacılık geleneğini yaşatan son yörük ailelerinden birisinin içindeki çatışmaları anlatan film, yörük geleneğine dair belgesel gerçekçilikten izler sunarken özellikle yan rollerdeki oyunculuklar zayıf kalıyor. Hikayede ise modern dünya ile gelenekleri sürdürme arayışı arasındaki çatışma işlenmek istenirken bu iki bakış açısının yeterince iyi tartışıldığı söylenemez.

Ziya Demirel’in ilk filmi Ela ile Hilmi ve Ali ise başarıyla kotarılmış bir ilk film. Çekimler ve sanat yönetimi özenli, oyunculuklar iyi. Film, üç kişi arasındaki ilişkilerin ince detaylarına dalarken bu ilişkilerdeki değişimleri göz önüne sermekte. Diğer taraftan -bu film özelinde de böyle denilebilir ki- sanat sineması filmlerinde rastlanabilen bir unsur da bu filmlerin senaryolarının yapım öncesi süreçte türlü fon başvurularının ve geliştirme atölyelerinin eleğinden ve tornasından geçe geçe organikliklerini biraz kaybedip fazla matematikselleşmeleri. Fonlar ve atölyeler filmlerin yapımına katkı verirken böyle bir yan etkiye ve bir miktar tektipleşmeye de neden olabiliyor.

Festivalde göze çarpan bir başka mesele ise ulusal yarışma ve ulusal belgesel yarışmasında büyük ödülü alan filmlerin ‘ulusal’ olma niteliklerinin tartışmaya epey açık olmasıydı. Ulusal yarışmanın kazananı Klondike’yi izleyemedim. Ancak Ukrayna’da Ukraynalı oyuncularla çekilmiş Ukrayna ile ilgili bir film olduğunu biliyorum. Filmi Türkiye sineması açısından ‘ulusal’ kılabilecek niteliği yönetmenin eşi de olan bir Türk yapımcıya sahip olması. Ulusal belgesel yarışmasının kazananı Eat Your Catfish ise Amerika’da geçen, İranlı ve Musevi kökenlerine sahip bir aileyi anlatan bir belgesel. Belgeselin fikir babası ve yönetmenlerinden birisi ana karakterin oğlu iken belgeselin yönetmenliğini üstlenen ve kurgusunu yapan diğer iki kişi Türk yönetmen Senem Tüzen ve eşi Adam Isenberg. Dolayısıyla bu iki filmin de ne kadar ‘ulusal’ sayılabileceği tartışmalı. Bu kafa karıştırıcı durum sinema çevrelerinde de tartışılmaya müsait.

İstanbul Film Festivali böylece 41. yılını devirdi. Her şeye rağmen güzel bir festivaldi. Çok film izlendi. Çok rüyaya dalındı. Dünyanın hallerine bakıldı, her şeye rağmen geleceğe dair umut beslendi.

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *