Büyük bir kitapçıda geziniyordum. Aradığım özel bir kitap yoktu. Alıp da okumadığım onca kitap beni kütüphanemde beklerken ben yeni bir kitap arayışındaydım. Ama öyle gerekliydi; her yeni yolculuğa yeni bir kitapla çıkmak lazımdı. Rafların arasında gezinirken gözüm bir kitap kapağına takılıverdi. Kapakta, ellerini dizlerinin etrafından kavuşturup bir köşeye saklanmaya çalışır gibi oturmuş bir adam vardı. Kitabın adı: “Biri, hiçbiri, binlercesi”. Yazarı: “Luigi Pirandello”. Ne kitabı duymuştum ne de yazarını tanıyordum. Ama iyi bir kitaba benziyordu sanki. Neticede kitap seçmek de bir hissiyat meselesi. Kitabı aldım. Artık yolculuğa hazırdım.
Bir arkadaşımı ziyaret ve 72. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde filmler izlemek için Berlin’e gidiyordum. Berlin beni bulutlarla kaplı bir gökyüzüyle karşıladı. Uçak alçalmaya başlayıp kalın bulut tabakasının içine girip diğer taraftan çıkınca bir alemden başka bir aleme geçer gibi Berlin’e varacaktım. Berlin gerçekten de başka bir alemdi. Almanya’nın içinde ama sanki kendine özgü özellikleri olan bir başka ülkeydi. Tarihinden gelen istisnai özellikleri vardı Berlin’in. Soğuk savaş yıllarında Almanya, Doğu ve Batı olarak ayrılırken Berlin de bir duvarla ikiye bölünmüş ve fakat Batı Berlin, Doğu Almanya sınırları içerisinde bir ada gibi kalmıştı. İşte Berlin de halen sanki Almanya’nın içinde ayrı bir adaydı. Sokakları kirli, duvarları grafitilerle bezeli, yıkık dökük yapılarla modernin iç içe geçtiği, Almanca’nın dışında türlü dilin konuşulduğu, türlü insanın bir arada yaşadığı, yaratıcı insanların buluştuğu bir başka şehir. Kirli ve kusurlu ama kafa açıcı ve özgürleştirici.
2. Dünya Savaşı’ndan harap olmuş ve nüfusunu önemli oranda kaybetmiş olarak çıkan bu şehrin duvarla ayrılan batı kısmı, sonrasında yabancı ülkelerden davet edilen göçmen işçilerin katılımı ile bambaşka bir hal alacaktı. Soğuk savaş yıllarında Berlin’de görevli olan bir Amerikan subayının fikriyle başlayıp gittikçe büyüyecek olan Berlinale (Berlin Uluslararası Film Festivali) ise şehre ruhunu veren başlıca etkinliklerden olacaktı. Dünyada en büyük seyirci kitlesine ulaşan festival olan Berlinale bugün de film dünyasının en saygın birkaç festivalinden birisi.
72. Berlinale’ye ben de açılış filmi olan “Peter Von Kant” ile başladım. Görkemli Friedrichstadt Palast salonunda izlediğim bu film, Fransız yönetmen François Ozon’un Alman sinemasının asi dehası Rainer Werner Fassbinder’in filminden serbest bir uyarlamasıydı. Satirik bir anlatı olan “Peter Von Kant” narsisist bir yönetmenin uşağı ve oyuncularıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Eğlenceli, ince işlenmiş ve izlenilmeyi hak eden bir yapım.
Ardından, çocuklara ve gençlere ilişkin konulara yer verilen ‘Generation’ bölümünde izlediğim İrlanda yapımı “Silent Girl”(Sessiz Kız) ve İzlanda yapımı “Berdreymi”(Güzel Varlıklar) de ilginç filmlerdi. Sessiz Kız, anne ve babalığın biyolojik bir bağdan öte bir sevgi meselesi olduğunu anlatırken Güzel Varlıklar ise gençler arasındaki farklılığa tahammülsüzlüğe, şiddet ve zorbalık konularına eğiliyordu. Berlinale’yi diğer pek çok film festivalinden ayıran bir özelliği de çeşitli başlıklar altında belirli konulara eğilen bölümlere sahip olması. Generation bölümü de bu bakımdan hem çocukların ve gençlerin dünyalarına bakışlar içermesi hem de yeni kuşakları sinema izleyiciliğine teşvik etmesi bakımından önem taşıyor.
Festivalin Forum ve Encounters bölümlerinde ise sinema dilinin olanaklarını farklı ve yaratıcı biçimlerde kullanan filmler izleme fırsatı buldum. Kanada yapımı “Mis Dos Voces”(Benim İki Sesim) Kanada’ya göç etmiş Güney Amerikalı kadınların hikayelerini kendi seslerinden anlatırken filmin sonuna kadar karakterlerinin yüzlerini gizliyordu. Böylece, seslerin ve hikayelerin birbirine karıştığı, iç içe geçtiği bu filmde kişilerden çok deneyimlerin kendisi ön plana çıkıyordu. Fransız yönetmen Arnaud des Pallières’in filmi “Journal d’Amerique”(Amerika Günlüğü) ise çoğunlukla özel arşivlerden bulunmuş görüntülerin kurgulanması ve sessiz sinemadaki gibi ara yazılarla akan şiirsel bir anlatıydı. Kanımca ses getiren filmler veya ünlü yönetmenlerin yapıtlarıyla bezeli yarışma bölümlerinin yanı sıra bir film festivalini ‘festival’ yapan da böyle filmlerin varlığı oluyor. İyi veya kötü, başarılı veya başarısız diye yargılamadan, bilhassa sinemayla derinlemesine ilgilenen insanlar için bu tarz filmler yeni düşünce kapıları aralamaya ve ufuklarını genişletmeye katkı veriyor.
Belgesel bölümü ise dünyanın farklı köşelerinden farklı gerçeklikleri önümüze sunuyor. Örneğin “No Simple Way Home”(Eve Kolay Bir Dönüş Yok) Güney Sudan’ın geçmişini ve bugününü anlatıyor. Üstelik filmin yönetmeni de bizzat Güney Sudan’ın kurucu babası sayılan John Garang de Mabior’un öz kızı olunca, bu durum filme ister istemez kişisel bir ton da katıyor. Akuol de Mabior, kendi aile öyküsünden yola çıkarak bize Sudan’dan, Güney Sudan’ın ayrılıkçı hareketinden ve bugün gelinen noktadan bahsederken eleştirel dokunuşlar da yapıyor.
Fakat festivalin en etkili belgeseli kesinlikle Cem Kaya’nın “Aşk, Mark ve Ölüm” adlı filmiydi. Almanya doğumlu olan Cem Kaya, bu filminde Almanya’ya Türk işçi göçünün tarihiyle paralel olarak Almanya’daki Türk müziğini anlatıyor. Özellikle Almanya Türkleri arasında tanınan ses sanatçılarından, Cem Karaca’ya, Killa Hakan’dan Neşet Ertaş’a, konuyla ilgili herkes var bu filmde. Ustalıkla kurgulanmış arşiv görüntüleri ve röportajlardan oluşan belgesel, izleyicisini sıkmadan çeşitli şarkılar ve türküler eşliğinde konusunu anlatarak akıcı biçimde ilerliyor. Almanya’daki Türk müziğinin tarihsel portresini çizerken Türk göçünün de kültürel hikayesinden bahseden film, konusu doğrultusunda göçmenlerin yaşadığı sorunların yanı sıra Alman toplumuna sosyolojik bir bakışı da içeriyor. Tarihsel süreç içerisinde, ilk göçmen jenerasyonundan sonraki kuşaklara doğru ilerlerken hem insan tipolojisinin hem de müziğin nasıl bir değişim geçirdiğini görmek imkanını izleyicisine veriyor. Filmin güçlü ve dinamik kurgusunu da kendisi yapan Kaya, konusunu o kadar çok sevmiş olmalı ki salondan ayrılmayıp filminin sonundaki jeneriğin akışının bitmesini bekleyen sabırlı izleyicilerine bir sürpriz sahne de bırakmış. Kuşkusuz bu belgesel film, ülkemizde de büyük ilgi toplayacaktır.
Festivalin özel gösterim bölümünde ise bir başka müzik belgeseli olan “This Much I Know To Be True” yer alıyordu. Daha çok Nick Cave’in stüdyo performanslarının çekimlerinden ve bazı özel bölümlerden oluşan belgeselin yönetmeni Andrew Dominik, Cave’in 2016’da “Skeleton Tree” albümünü de tanıttığı “One More Time With Feeling” belgeselini de çekmiş. Bu ilk belgeselin ardından oğlunun trajik ölümüyle sarsılan Cave, bir inziva döneminin ardından bu sefer de pandemi nedeniyle sahnelerden uzak kalmışken, Dominik’in yeni belgeseliyle bir anlamda seyircisiyle yeniden buluşma imkanına kavuşuyor. Filmde, bir taraftan Nick Cave’in olağanüstü performanslarını izlerken, bir taraftan da olduğu gibi olabilmenin gücüne sahip bir adamı görüyor ve içindeki kapıları açmak için yolculuklara çıktığı yaratıcı üretim sürecine de şahit oluyoruz. Bu belgesel film de kuşkusuz, Nick Cave hayranları için kaçırılmayacak bir deneyim sunuyor.
Festivalin sonlarına doğru izlediğim değerli bir başka yapım ise Hong Sangsoo’nun “So-Seol-ga-ui yeong-hwa” (‘Yazar’ın Filmi) adlı yapıtıydı. Tanınan bir roman yazarı olan Junhee’nin yaşadığı çeşitli karşılaşmalardan oluşan film, insan ilişkilerindeki detaylara eğilmesi ve doğallıkla akan diyaloglarıyla izleyicinin ruhunda ince bir tat bırakıyor.
Benim festival yolculuğum aşağı yukarı böyleydi. Sanırım 20’ye yakın film izleyebildim. Ben de çeşitli karşılaşmalar ve tesadüfler yaşadım. Yolculuğun başında aldığım kitabı gerçi henüz bitiremedim ama okuduğum kadarıyla beğendim. Bir tesadüf de şuydu ki kapağına ve adına bakarak seçtiğim kitabın yazarı Pirandello’yla ilgili bir film de festivalin yarışma bölümünde yer almaktaydı: “Leonora Addio”. Sinema dünyasında Taviani kardeşler olarak tanınan Paolo ve Vittorio Taviani’den Vittorio Taviani’nin yönettiği bu filmde, Nobel ödüllü yazar Luigi Pirandello’nun naaşının ilginç yolculuğu anlatılıyordu. Ve Vittorio Taviani, filmi 2018’de kaybettiği kardeşi Paolo’ya adıyordu. Pirandello, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan iki yıl sonra 1936’da hayatını kaybetmeden önce naaşının yakılarak küllerinin memleketi olan Sicilya’ya gönderilmesini vasiyet etmişti. Dönemin faşist rejimi tarafından engellenen bu son arzu ancak savaşın ardından 1947’de yerine gelebilecekti. İşte Taviani de kaybettiği kardeşine adadığı bu filmde, Pirandello’nun küllerinin yolculuğunu anlatırken filmi ise Pirandello’nun bir hikayesinin kısa film uyarlamasıyla bitiriyor. “Leonora Addio” yarışmada bir ödül kazanamadı ama Avrupa sineması için önemli bir isim olan Taviani ismini festivalde tekrar görmek sevindiriciydi ve benim için geriye bir de hoş bir tesadüf içeren bir hatıra bıraktı.
Sangsoo’nun filmi ise Gümüş Ayı ödülüne layık görüldü. Altın Ayı’yı kazanan Katalan yapımı “Alcarras” filmini izleyemedim. Merak ettiğim filmlerden Avusturyalı Ulrich Seidl’in “Rimini”sine bilet bulamadım. İzlemek istediğim fakat izleyemediğim bazı filmler ise film izlemekten yorgun düştüğüm saatlerdeydiler. Ama festival böyle bir şey; yolculuk gibi, biraz tesadüf biraz şans. Filmlerin aralarında açlığımı gidermek için ucuz hamburgerler yedim, sokaklarda dolaştım, sinemaların arasında gidip gelirken türlü metro ve tren istasyonundan geçtim, çöp kutularının başında sigara içtim. Benim festival deneyimim de biraz Berlin gibiydi; kirli ve kusurlu ama kafa açıcı ve özgürleştirici.
Psikesinema 40. sayı, Mart-Nisan 2022
Be First to Comment