DEFTER VE ÇİÇEK

Belgesele yakın bir görüntü ve ses estetiği ile açılır film. Çocukların bağırış çağırış sesleri, sabit planda tam kapanmayan ve esintiyle hafifçe çarpıp duran eski bir kapı. Bu görüntü ve sesler ister istemez seyircinin aklına burasının teneffüste veya boş derste bir ilkokul sınıfı olduğunu getirir. Ham ses, ham renkler. Ama olgun bir imgelem gücü. Filmin adı yazar ve geniş plana geçilir. Sabah ilk dersten önce öğretmenin gelmesini bekleyen çocuklarla dolu küçük bir ilkokul sınıfıdır burası.

“Arkadaşımın Evi Nerede?” (1987) İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin “Çocukların ve Genç Yetişkinlerin Entellektüel Gelişimi Kurumu”nda çalışırken çocuklar için çektiği filmidir. Sade hikayesi, İran’da Köker köyünde yaşayan ilkokul öğrencisi Ahmet’in yanlışlıkla aldığı sınıf arkadaşının defterini gece olmadan ona iade etmek üzere arkadaşının evini arayışını anlatır. İran’ın kırsal kesimine dair belgesel manzaralar da yansıtan bu film topluma dair önemli gözlemlerde bulunurken çocuk dünyasını ve bakışını büyük bir doğallıkla yansıtır ve olumlu insani değerlere vurgu yapar.

Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olan Kiyarüstemi, grafik tasarımcılığı ve reklamcılık da dahil olmak üzere çeşitli işlerde çalıştıktan sonra bir devlet enstitüsü olan “Çocukların ve Genç Yetişkinlerin Entellektüel Gelişimi Kurumu”nda film yapımı bölümünün kurulmasına yardım eder ve 30 yaşında sinemanın kendisine uygun olduğuna karar vererek bu kurum çatısı altında filmler çekmeye başlar. Böylece Kiyarüstemi’nin ilk filmlerinde çocuklar ana unsur olur.

1970’lerden başlayarak çeşitli film, kısa film, belgesel filmler çekerek sinema dilini olgunlaştıran yönetmen, 1987 yılında “Arkadaşımın Evi Nerede?” filmiyle Locarno Film Festivali’nde önemli bir çıkış yapar. Böylece ileride İran sinemasının önde gelen yüzü olacak olan Kiyarüstemi, uluslararası tanınırlığa kavuşmanın ilk adımını atar.

Kiyarüstemi’nin sinemaya atıldığı yıllar İran’ın da siyasi çalkantılar içinde olduğu zamanlardır. 1979’daki “İslam Devrimi” sonrasında bir kısım sanatçı ve sinemacı ülke dışına çıkarken, Kiyarüstemi kalmayı seçenler arasındadır. Bu tercihini de daha sonraları vereceği bir röportajında şu sözlerle açıklar:  “Bir ağaç kökleriyle sökülüp başka bir yere dikilirse, yaşamaya devam eder ama artık meyve veremez. Verse de o meyveler ağacın ilk yerindeyken verdikleri kadar lezzetli olmaz. Bu bir doğa kanunudur. Ülkemi terk etmiş olsaydım aynen o ağaç gibi olurdum.”

Kiyarüstemi gerçekten de ülkesine ve toprağına sıkıca bağlı, insanlarını gönülden seven bir sinemacıdır. Batı’da gazetecilerin İran’daki sansür ve baskı ortamı hakkındaki sorularından hep rahatsızlık duyar. Ülkesini yabancıların önünde eleştirmek, kötülemek içinden gelmez, bu durum gururuna dokunur. Elbette ülkesinin durumundan duyduğu memnuniyetsizlikler vardır, ancak bu sorunları çözme sorumluluğu da yine o ülkenin insanlarının omuzlarında olmalıdır.

Dahası; Kiyarüstemi sansürün onun istediği gibi filmler yapmasını engellemediği görüşünü savunur. Çünkü kısıtlamalar, nelerin perdeye yansıtılıp nelerin yansıtılamayacağı, genel çerçeve baştan bellidir. O da bu kısıtlamalar içinde istediği anlatıları oluşturabilmek için yaratıcı yollar bulmaya koyulur. Sanat, kısıtlamaları yaratıcılıkla aşar. Tarihe kalacak olan da sansürcüler değil büyük sanatçıların eserleri olacaktır.

Yönetime, düzene dair bir eleştiri yapmak, kadını ev içinde de olsa başörtüsüz göstermek, cinsellik iması bir yana kadın ve erkeğin birbirine dokunması bile bir sinema filminde yasaktır. Kiyarüstemi her ne kadar sansürün onu engellemediğini söylese de bu katı çerçeve gerek Kiyarüstemi’nin gerekse Yeni İran Sineması’nın diğer yönetmenlerinin filmlerini hem üslup hem konu açısından etkiler. Yetişkin insanların hayatlarındaki meseleleri işlemeyi zor hale getiren kısıtlamalar belki de yönetmenleri çocukların başını çektiği hikayelere daha fazlaca yöneltir. Başka bir mecburi yönelim ise mekan konusunda ortaya çıkar. Kadın ve erkeğin kapalı mekanlardaki iletişimi, ilişkisi işlenemez. İşlenecek olsa bile rejimin getirdiği kısıtlamaların çerçevesinde iç mekandaki ailenin yansıtılışı ister istemez doğallıktan uzak ve zorlama olacaktır. Oysa hayatın ekseriyetinin dış mekanda geçtiği, kadın ve erkeğin kamusal yaşamda ayrıştığı kırsalda, rejimin kısıtlamalarına takılmadan hayatın doğal biçimde gösterilmesi mümkündür. Kiyarüstemi de bilinçli olarak olmasa da kendisini kırsal kesimde film çekmeye dolaylı olarak bu durumun itmiş olabileceğini belirtir. Netekim şehirde geçen filmlerinde de Kiyarüstemi’nin en sevdiği sinemasal mekan kamusal alanla özel alan arasında bir mekan olan arabaların içleridir.

Denilebilir ki ister istemez İslami rejimin kısıtlamaları İran sinemasını daha fazla kırsal kesim anlatılarına ve çocuk hikayelerine yönlendirmiştir. Şiddet ve cinselliğin işlenmesinin doğrudan yasak olması ve ticari Batı sineması kodlarından uzak durulması gereğinin de İranlı sinemacıları seyirciyi istismar eden kolaycı yollardan uzak tuttuğu ve yaşamın doğal ve sıradan halleri üzerine daha fazla düşünmeye ittiği de söylenebilir.

Topluma ve yaşayışına dair pek çok meselenin ve sorunun doğrudan doğruya işlenememesi; geçmişten gelen güçlü Farsi şiir geleneğinin de katkısıyla sinemacıları daha kapalı, dolaylı anlatıma, imgelerin yoğun olarak kullanıldığı bir dile daha çok yönlendirmiştir. Bu bağlamda Batı’da da yoğun biçimde beğeni toplayan Yeni İran Sineması’nın karakteristik özellikleri paradoksal biçimde kısmen yasakçı rejimin kısıtlamalarından doğmuş olur. Diğer taraftan İslamcı yönetim, başlangıçta sinemayı Batı’nın zehirleyici gücü olarak görüp pek haz etmese de kısa zamanda sinemanın kültürel gücünü kabul edip yerel hikayeler anlatan ve sanatsal değeri olan eserler üreten sinemacılara sistematik olarak devlet desteği sağlamıştır. Bu durumdan yasakların iyi olduğu gibi bir sonuç çıkarmamakla beraber, sıkıştırıldıkları dar çerçeveye ve karşılaştıkları engellere rağmen yeni yollar arayarak ve sanatın gücünü kullanarak önemli eserler veren başta Kiyarüstemi olmak üzere bütün yaratıcı İranlı sinemacıların çabalarını yüksek biçimde takdir etmek gerekir.

Kiyarüstemi’nin filmleri de bu toplumsal ve tarihsel çerçeve içinde değerlendirmelidir. Siyasi meseleleri, sosyolojik sorunları, kadın-erkek ve birey-devlet ilişkilerini doğrudan işlemesine imkan tanımayan bir ortamda kendi özgün yöntemleriyle sinemasını bu kısıtlamalar içinde oluşturmuştur. Hayatın şiirsel görünümlerine, kırsal yaşama, çocuk dünyasına, gerçeğin doğasına, yaşamın değerine dair insan sevgisiyle dolu eserler vermiştir. Filmlerinin arka planında ise İran toplumunu doğal ve gerçekçi biçimde yansıtırken toplumla ilgili önemli gözlemler sunmuş ve tespitlere de kapı aralamıştır.

“Arkadaşımın Evi Nerede?”, bu bağlamda Kiyarüstemi sinemasının hemen hemen bütün özelliklerini taşıyan önemli filmlerindendir. Filmin kahramanı Ahmet Köker köyünde yaşayan bir ilkokul öğrencisidir. İlk sahnede sabah ilk ders için sınıfa giren öğretmen, ilk iş olarak çocukların ödevlerini kontrol eder. Sıra başka bir öğrenci olan Muhammed Rıza’ya geldiğinde öğretmen onun ödevini defterine değil de bir kağıda yazmış olduğunu görür. Ödevi kontrol bile etmeden Muhammed Rıza’yı azarlar. Halbuki çocuk gece kuzeninin evine gitmiş ve defterini orada unutmuş, bu nedenle de ödevini kağıda yazmıştır. Ancak öğretmenin onlara aşılamaya çalıştığı disiplinin gereği olarak ödevler düzenli biçimde deftere yazılmalıdır. Aynı sınıfta olan kuzeni Köker’e uzak olan Poşteh’ten derse gecikmeli olarak geldiğinde defterini ona geri verse de Muhammed Rıza öğretmenin azarlaması karşısında zor duruma düşer. Öğretmen ona üç kere ısrarla ödevini defterine yazması gerektiğini söylemesine karşın, o bu buyruğa uymamış ve öğretmenin gözünde en büyük hatayı işlemiştir. Öğretmen ödevini yazmış olduğu kağıdı yırtıp atarken çocuk da gözyaşlarına boğulur.

Filmin hikayesini sürükleyecek olay ise okul gününün sonunda Ahmet’in kendi defteriyle tıpa tıp aynı olan Muhammet Rıza’nın defterini yanlışlıkla kendisinin sanarak çantasına koymasıyla gerçekleşir. Eve gidince durumu fark eden Ahmet, zaten öğretmenden azar işitmiş ve ikinci gün üst üste ödevini defterine yazamayacak olan Muhammed Rıza’yı bu zor durumdan kurtarmak için defterini geç olmadan ona iade etmesi gerektiğine karar verir. Muhammed Rıza ise Köker’in merkezinden biraz uzakta olan Poşteh’te yaşamaktadır. İşte filmin bütün hikayesi, Ahmet’in defterini iade etmek için Muhammet Rıza’nın evini arayışından oluşur.

Filmin konusu da estetiği gibi; basit değil ama sadedir. Film boyunca Ahmet’in arkadaşının evini bulma çabasını, bu uğurda engellerle ve yetişkinlerle olan mücadelelerini izleriz. Bazen tepeleri aşarak bazen yoksul toprak sokaklarda, taştan kerpiçten ahşap kapılı evlerin arasında arkadaşının evini ararken oradan oraya dolaşıp durur Ahmet.

Biçim olarak bir yolculuk öyküsü olduğu gibi öz olarak da bir fedakarlık öyküsüdür bu. Başkası için endişelenmek, zor durumda olan birisine yardım etmek, bunun için sorumluluk almak, kendi rahatından feragat etmek, diğerinin sorununa çare bulmaya çalışmak vardır öyküde. Ve bu duygu ve düşüncelerin yüklü olduğu hikayenin kahramanının bir çocuk olması da ayrıca anlamlıdır. ‘Çocuk’, henüz saflığını ve umudunu kaybetmemiş, yetişkinlerin bıkkınlığına, boyun eğmişliğine ve bencilliğine kapılmamış olandır.

İranlı sinemacıların filmlerinde ana karakter olarak yoğun biçimde çocukların baş göstermesi de bu bağlamda, çocuğun geri kalmış, bağnazlığın ve yasakların içinde yaşayan bir toplumda değişim umudunun ve daha aydınlık bir geleceğin temsilcisi olması bakımından anlam taşır. Henüz toplumun kısıtlarıyla yozlaşmamış, “yaşamın gerçekleri” karşısında boyun eğmemiş olan ‘çocuk’, ümidin taşıyıcısıdır.

Kiyarüstemi, yaşlılık döneminde verdiği bir röportajda filmlerinde çocukların yer almasının aslında bilinçli bir tercihten çok hayatının doğal akışının onu yönlendirdiği bir durum olduğunu açıklarken çocuklarla çalışmanın onun üzerinde bıraktığı etkileri de şöyle açıklar: “Önceleri çocuklar için film çekmeye hiç ilgim yoktu. Çocuklar için film çekmeye, “Çocukların ve Genç Yetişkinlerin Entellektüel Gelişimi Kurumu”nda işe girdiğim dönem başladım. Meslek yaşantıma, televizyon reklamları çekerek başladım. Eğer hala reklam filmi çekiyor olsaydım, onlara neden ilgi duyduğumuzu soracaktınız. Çocuklar için film yaparken, yavaş yavaş onları keşfettim. 20 yılı aşkın bir süre boyunca, çocuklarla çalışınca, onların ne kadar tatlı ve uysal olduklarını fark ettim. Dahası, onların bakış açısı yetişkinlerden daha doğru ve daha ilginçtir. Çocuklar, kitaplarda okuduğumuz bilgeler gibiler. Onlar gibi yaşıyorlar. Tıpkı onlar gibi, olumlu anlamda fırsatçılar. Onlarda en çok gıpta ettiğim şey budur. Artık, çocuklar için ya da onlar hakkında film çekmememe rağmen, sanırım, yıllar boyunca çocuklarla birlikte çalıştığım için onlardan etkilendim. Filmlerimde, bir tür çocuksu şakacılık vardır. Filmlerim, oldukça basit ve neredeyse çocuksu bir hayat felsefesini yansıtırlar.”

Film boyunca da Kiyarüstemi’nin bahsettiği çocuk dünyasının yetişkinlerin dünyası ve bakış açısıyla yaşadığı çelişkiler ve karşıtlıklar karşımıza çıkar. Ahmet, bir an önce arkadaşının defterini iade etmek isterken, önce ödevini yapmadan evden ayrılmasına izin vermeyen annesinin engellemeleriyle karşılaşır, ardından da evden kaçarcasına çıkıp arkadaşının evini arayışında yetişkinlerden bir türlü aradığı yardımı bulamamanın sıkıntısını çeker. Hiçbir yetişkin onun sesini duymaz, onun ne söylediğini dinlemez, umursamaz, onun çabasına anlam vermez. Sanki derin bir uykudadır herkes. Dünyaya taze, saf ve umutvar bakışıyla bir çocuk, bir başkası için bir iyilik yapmaya çalışırken karşılaştığı olumsuz ve umursamaz tutumlar yetişkinlerin bu hallerini yansıtır.

Kiyarüstemi’nin derdi de toplumun, ailenin, insanların bu halleriyledir. Hikaye bu noktada alegorik bir otoriter iktidar eleştirisinden çok topluma dair bir eleştiri içerir. Çocuğa kendisini ifade etme şansı tanımayan, ne düşündüğüyle ilgilenmeyen, çocuğu birey olarak değil de buyruklara itaat etmeyi öğrenmesi için disipline edilmesi gereken bir varlık olarak gören anlayış, okulda, evde, sokakta Ahmet’in karşısına dikilir. Öğretmeni, nenesi, annesi, dedesi, kimle karşılaşırsa karşılaşsın hepsinin ondan beklediği tek bir şey vardır; o da buyruklarına itiraz etmeden itaat etmesi.

Çocuğun kendi adına düşünüp karar almasına müsaade edilmez, onun için gerekli kararları yetişkinler alacak ve o da görevi olarak bunlara uyacaktır. Bu bakımdan Ahmet’in kendi başına arkadaşının iyiliği için bir eyleme girişme kararını alması bu anlayışa bir karşı çıkış niteliği taşır.

Çocuğu böyle şekillendiren bir toplum yaratıcılıktan uzak, boyun eğmiş, tekdüze, kolay yönlendirilebilir insanlardan oluşacaktır. Geri kalmış doğu toplumlarının aşmakta zorlandığı sosyolojik engellerin en büyüğü de budur. Kolay yönetilebilir, buyruklara kayıtsız şartsız uyacak insanlar yetiştirmek istenirken insan birey olmaktan uzağa düşer. Böyle bir toplumdan da özgün düşünce üreten, sorunlara çözüm getiren, çağı yakalayan, verimli insanlar çıkması çok zordur; böyle bir insan gördüğünde de toplum onu ketlemek, vasata çekmek ve kendine benzetmek için elinden geleni yapacaktır.

Ahmet, arayışı sırasında, filmin ortalarında bir yerde kahvede oturan dedesiyle karşılaşır. Cebinde sigarası olmasına rağmen, ona sigara getirmesi için Ahmet’i eve yollar. Bu sırada arkadaşıyla sohbetinde de çocukların kötü bir şey yapmasalar dahi bir bahane bulunarak arada sırada dövülmeleri gerektiğini, ancak böyle disipline edilebilecekleri görüşünü anlatır. Bu anlayışın gereği disipline edilecek insan, sorgusuz sualsiz toplumun geleneklerine bağlı, büyüklerin buyruklarının dışına çıkmayacak yapıda olmalıdır. Çocuğu böyle terbiye etmek ise onun içine korku tohumlarını baştan ekmeyi, bu sayede yetişkinliğinde içine yerleşmiş korku ile hiçbir şeye başkaldırmayı ve farklı hareket etmeyi düşünemez hale gelmesini amaçlar.

Esasında bu insan tipi, tam da eski tarım toplumu modelinin arzuladığı insandır. Yüzyıllardır durağan yapıda, dışarıya kapalı olarak yaşamaya alışmış bir toplumun kendi devamlılığını sağladığına inandığı geleneklere sıkı sıkıya bağlı kalmak isteğinden doğar. Toplumun her üyesi bu geleneklere ve kurallara uyacak, geleneklerin aktarıcısı olan eski nesile kayıtsız biçimde itaat edecek, böylece toplumun işleyişi bozulmayacaktır. Diğer taraftan kırsal kesimde bir arada yaşayan geniş aile, aynı zamanda da tarım ve hayvancılıkla uğraşan toplumun temel üretim birimidir. Çocuklar da bu üretim düzeninin yeni işçileri olarak büyüklerin verdikleri görevleri yapmakla yükümlü olacaktır.

Film boyunca Ahmet’e iyi davranan, onun ne söylediğini dinleyen ve ona yardım etmek isteyen tek kişi kapı ve pencere ustası bir marangozdur. Yaşlı adamın yakınları şehre taşınmış, kendisi ise şehir yaşamını sevemediği için köyünde kalmıştır. Eşi ve çocuğu olmadığı için yalnız başına yaşar. Belki biraz bu yalnızlığından dolayı insan temasına duyduğu ihtiyaçtan, biraz da bir aile babası olmanın getirdiği otoriter role bürünmesi gerekmediğinden Ahmet’e candan ve samimi biçimde yaklaşan tek kişi o olur. Karanlık bastığında Ahmet’e arkadaşının evini bulması için eşlik etmeye çalışır. Film boyunca bütün yetişkinler Ahmet üzerinde tahakküm kurmaya ve onu korkuyla yönetmeye çalışırken, bu yaşlı adam Ahmet’i gece karanlıktan duyduğu korkuya karşı cesaretlendirmeye gayret eder. Bu korku ve tedirginlik hissi bütün filmi kaplayan görünmez bir unsurdur. Bu his kendisini gündüz yetişkinlerin dünyasında çocuğun bilinmeze adım attığı yolculuktaki tedirginlikle hissettirirken daha sonra kendisini geceyle, karanlıkla, köpek havlamalarıyla, esen rüzgarın uğultusuyla, imgelerle gösterir. Bu korku hissi gerek okulda gerek ailede çocuğun içine yetişkinler tarafından yerleştirilmek istenen korkudur.

Diğer taraftan okul ve geleneksel aile arasında da başka bir çelişki vardır ve filmin arka planında bu çelişki de kendisini hissettirir. Sanayi çağının modern bir kurumu olarak örgün öğretim sistemi ve okul, geleneksel düzen için dışarıdan gelen yeni bir kurumdur. Kırsal kesimde, okula gitmek ve okulun onlara verdiği ödevleri yapmanın yanı sıra her çocuğun ev işlerinde ve ev ekonomisinde de rolleri vardır. Çocuklar, hem okuldaki hem de ailedeki otoritelerin verdiği görevlerle ayrı ayrı yükümlü olurlar. Okul, önce dersi ve ödevi dayatırken, geleneksel aile de çocuklara ev işlerindeki görevleri dayatır ve ikisi de farklı nedenlerle ve biçimlerle de olsa kendi buyruklarına sorgusuz biçimde itaat edilmesini ister.

Eski tarım toplumu kendi üretim biçiminin ve yaşayışının getirdiği nedenlerle geleneklere ve büyüklere itaat eden bir insanı arzu ederken, sanayi toplumuna aday bireyler yetiştiren okul da fabrika düzenini esas alarak aynı işi aynı standardda yapabilecek standard insanlar yetiştirmeyi amaçlar. Geleneksel toplumunun el yordamıyla bulunan kurallarında gelenek göreneklere ve büyüklerin sözüne riayet etmek yeterliyken sanayi toplumu daha keskin sınırlarla çizilmiş kurallara göre yaşamayı dayatır. Öğretmen ise bu bürokratik yapıdaki sistemdeki amirlerin çocuğun hayatındaki ilk temsilcisidir. Çocuk ödevini yapmış olmasına rağmen bunu öğretmenin istediği biçimde defterine değil de kağıtlara yazmışsa, bu sistem için kabul edilemez bir durumdur. Mesele ödevini yapıp dersi öğrenmiş olması değil; istenilen ödevi ona öğretilmek istenilen standard içinde yapmayı öğrenmesidir. Bunun yanı sıra beklenti çocukların aynı soruya aynı yanıtı vermeleri, aynı ödevi yazıp getirmeleri, gerek duyulan standardizasyonu içselleştirmeleridir.

Arkadaşının evini bir türlü bulamayan ve gece çöktüğünde eve dönmek zorunda kalan Ahmet’in bulduğu çözüm de bu duruma bir cevap niteliğindedir. Defterini arkadaşına ulaştıramayan  Ahmet, çare olarak bir hileye başvurmaya karar verir. Kendi ödevini arkadaşının defterine de kopyalar. Böylece sabah okula gittiğinde arkadaşına defterini içinde ödev yazılmış biçimde teslim edecek ve arkadaşı öğretmenin kontrolünü başarıyla atlatacaktır. Standardizasyonu dayatan, herkese aynı şeyleri istenilen aynı biçimde yapma disiplinini kazandırmaya çalışan bir sistem karşısında yapılabilecek en basit hile de budur. Örgün öğretimde kopya çekme alışkanlığının yaygın olmasının basit bir nedeni vardır; o da herkesten aynı soruya aynı cevabı vermesinin beklenmesidir. O zaman bunun en kısa yoldan çözümü herkesin aynı cevabı bulmaya çabalaması yerine tek doğru cevabın kopya edilmesidir. Kişinin kendi özgün düşünüşüne alan bırakmayan böyle bir sistemde kopya çekmek ahlaki bir sorundan çok sistemin kendi yapısının getirdiği bir sonuç olur.

Zaten bütün hikayeye sebep veren hadise de bu standardizasyon çabasının bir temsilidir. Ahmet ve Muhammed Rıza’nın tıpatıp aynı ödevi yazmak zorunda oldukları defterleri de birbirlerinin tıpatıp aynısıdır ve Ahmet bu nedenle Muhammed Rıza’nın defterini kendisinin sanarak alıp çantasına koymuştur.

İşte bu ve burada bahsetmediğimiz türlü bakımlardan filmdeki her olay, her kare, her diyalog kırsal kesimdeki hayata, çocukluğa, topluma dair türlü düşünce kapıları aralar. Kiyarüstemi böyle katmanlı ve zengin bir anlatı kurarken bunu asla kör göze parmak haline getirmeden, anlatının muazzam doğallığını bozmadan, oyunbaz bir havada, bir taraftan da saf sinemanın şiirsel diliyle ve imgelerle hikayesini örerek yapar. Bundandır ki çok büyük bir sinemacıdır, hem filozof hem sanatçı hem şairdir.

Kiyarüstemi ve Yeni İran Sineması’nın temsilcilerinin bir ortak özelliği de şiirsellik ve imgelerle dolu bir sinema dilini hiçbir zorlama duygusu hissedilmeden, sakilliğe düşmeden, büyük bir doğallıkla kurabilmeleridir. İran’da Hafız’dan,  Rumi’den ve nicesinden gelen Farsi şiir geleneği modern dönemde de Sepehri ve Füruğ gibi isimlerle yansımalarını bulmuştu. Kiyarüstemi de sanat anlayışında Fars şiirinin izlerini sürer ve böyle bir kültürün parçası olmanın getirdiği doğal özgüvenle hareket eder.

“Arkadaşımın Evi Nerede?” filminin Farsça adı  olan “Khane-ye doust kodjast?” ifadesi de İranlı şair Sohrab Sepehri’nin “Adres” adlı şiirindeki bir mısradan gelmektedir. Kiyarüstemi, filmlerinde bu nevi şiirsel bağları ve göndermeleri sıklıkla kullanır. Bu bağlamda filmin sonunda arkadaşın defterinin arasına konulan çiçeği de bu şiirsel bakışın ve esinin bir temsili olarak görmek, her şeyi açıklamaya girişmeden bu sıcak ve doğallık dolu, her daim göründüğünden fazlasını vaat eden filmin şiirsel tadlarına varmayı da izleyiciye bırakmak gerekir.

Psikesinema 26. sayı, Kasım-Aralık 2019

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *