HERKESİN İNANDIĞI BİR ŞEY VARDIR BU HAYATTA…

“Herkesin inandığı bir şey vardır bu a.k. hayatında benimkisi de sensin napayım.”

Zeki Demirkubuz’un “Kader”(2006) filminin son sahnesinde Bekir, aşık olduğu Uğur’a karşı duyduğu büyük bağlılık ve ihtiyaç hissini bu kelimelerle açıklar.

Eğri büğrü sokaklarda, tenin defolarını ortaya seren çıplak ampüllerin ışığında, zevksizce döşenmiş tekdüze apartman dairelerinin odalarında, boş vakitlerin yaşanmak yerine öldürüldüğü kahvehanelerde, insanı küçülttükçe küçülten, bir böcek gibi değersizleştiren dev bir şehrin metruk arazilerinde, gazinolarda, batakhanelerde, ucuzun ucuzu otellerde dolaşıp duran Bekir, şu boktan hayatın boktan haline isyan gibi; iyi ve güzel olduğunu düşündüğü bütün manaları tek bir kadına yükler ve onu arzular. Aşık olduğu bu kadın, böylece hayatındaki bütün boşlukları doldurur, boktan şeylerin bütün boktanlığının üzerini örter, her şeyi kaplayan boktanlığı önemsiz bir detaya dönüştürüverir. Onun yanında olmak, ona dokunmak, onun varlığını hissetmek onun dışındaki diğer her şeyi önemsizleştirir.

Bekir fazlasıyla sıradan bir adamdır. Hayat onu nereye koymuşsa sadece odur. Tam da bütün bu sıradanlığı ve tekdüzeliği temsil eden bir iş yapmaktadır. Babasının halı ve mobilya dükkanının başında durur. Tekdüze zevksiz apartman dairelerinin içini döşeyecek tekdüze zevksiz ortalama halılar ve mobilyalar satar. Bütün bu vasatlığın içinde eriyip gitmiş, bu vasatlıkla bir olmuş bir karakterdir Bekir. O sattığı halılardan birinin üzerine uzansa, belki bir bukalemun gibi halının rengine bürünür de halının bir parçası sanarsınız onu. Belki o sattığı kanepelerden birinin üzerine otursa onun orda oturduğunu fark etmezsiniz bile, kanepenin köşesine konulmuş buruşuk bir yastık zannedersiniz. Ailesiyle yaşar, babasının işini yapar, mahalledeki gençlerin gündelik sohbetlerinin parçası olur, susması gerektiği kadar susar, konuşması gerektiği kadar konuşur, gülmesi gerektiği yerde güler, sövmesi gerektiği yerde söver, rolü ne gerektiriyorsa onu yapar, ne eksiğini ne fazlasını.

Bütün bu alışıldık sıradanlığının tam da zıttı gibi duran Uğur’a aşık olmak, Uğur’un peşinden gitmek, tekdüze hayatının içinden de bir çıkış, bir isyandır aynı zamanda. O içinde yaşadığı neşesiz hayatta eksik olan her şeydir Uğur; Bekir’in hayatı için bir anomalidir. Her yer sıkıcı kapkahverengi bir tondayken birden kadraja giren cıvıl cıvıl canlı renklerdir Uğur.

Bekir’in hayatı, bir gün Uğur’un halı bakmak için dükkana gelmesiyle geri dönülmez biçimde değişir. Uğur’un açık, samimi, kadınlığını saklamayan, biraz da oyunbaz ve flörtöz tavırları karşısında Bekir tutuk, karşı cinsle sosyal iletişim kurmaktan aciz haliyle şaşkınlık içinde kalır. Zeki Demirkubuz onu sinema yönetmeni olmaya iten şeyin hissettiği varoluşsal sıkıntı olduğunu söylemiştir. İşte tam da bu noktada varoluşsal sıkıntı hali toplumsal olanla kesişir. Bekir’in hali Viktor Frankl’ın tanımladığı “varoluşsal boşluk” haliyle örtüşür. Neyi arzuladığını bilemeyen, bu yüzden bir şey arzulamayan veya arzulayamayan, kendini boşlukta sürüklenmeye bırakmış bir adam gibidir. Diğer taraftan tam da filmin geçtiği, iç göçle oluşmuş, ne kent ne kasaba pek de bir şeye benzeyememiş kentin çeperindeki fakir mahallelerin kayıp yüzüdür o. Geleneğin ve iç güdünün artık yol gösteremediği yerde, kendi arzusunu bulmakta zorlanan insan çevresindeki çoğunluğun yaptığı şeyleri arzulayacak, diğer insanların kendisinden yapmasını beklediği şeyleri yapacaktır. Bekir için bu kıstırılmışlıktan çıkmanın, hayatına bir anlam katmanın aracı, kayıp gayesinin ikamesi ise Uğur olur.

Hapsolduğumuz bu çarpık yapılaşmış yaşamlarda, estetiği ve neşesi içinden alınmış hayatın insanı boğan iki yüzlü tekdüzeliği kuşatır insanı. Erkeklerin, kadınların kadınlıklarını saklayarak, sosyal hayattan kendilerini sakınarak yaşamalarını beklediği ama diğer taraftan da her an bu sözde edep çemberinden çıkma olasılığını gördükleri kadınların etrafında aç sırtlanlar gibi dolaştıkları mahallelerin iki yüzlülüğü kuşatır. Evlerdeki muntazam akşam yemeği sofralarında uslu durulup, arkadaşlarla çıkılan gece dolaşmalarında türlü itliklerin yapıldığı mahallelerin iki yüzlülüğü. Ulu orta alkol alınmaz denilip de dipte köşede erkek erkeğe çifte sarmalı esrarlı cigaralar tüttürülen mahallerin iki yüzlülüğü. Daracık bir tekdüzeliğin düzlemine sıkıştırılıp kıpırdayamaz hale getirilmiş, baskıdan bunalıp gizli bir öfke ve nefretle dolmuş insanların iki yüzlülüğü. Büyük şehirlerin şehirleşememiş mahallelerinde, kasaba irisi şehirlerde, bu memleketin her yerinde.

Erkeklerin hem her an birbirlerine hem de bir erkeğin korunmasından mahrum olduğunu gördükleri kadınlara karşı birer tehdit unsuru olduğu bir yerde, çok fakir bir ailenin, yatalak ve yardıma muhtaç bir babanın kızı olarak Uğur için de hayat zordur. O ise bu durum karşısında çekinip saklanmak yerine kendi zırhını güçlü ve cesur olmaya çalışarak örmüştür. Bu tehditkar erkeklerin arasından en tehditkarı, en korkutucusu, en psikopatı, Zagor lakaplı kabadayı Orhan’la birlikte olarak da bir ihtiyacı olan korunmayı elde etmiştir. Uğur’un Zagor’a aşık olması ise yine de Bekir’in ona tutulmasını engellemeyecek, hatta belki babasının gölgesinden kurtulamayan bir adam olarak güçlü bir erkeğin kadınını arzulamak kendi benliğinde güçlü babayla aşamadığı çatışmaya karşı bir tepki olarak daha da cazip gelecektir.

Uğur’un dükkana sadece selam vermek için uğradığı ve Bekir’in ona beklenmedik biçimde ilan-ı aşk ettiği sahne belki de filmin en iyi sahnesidir. Uğur’un hayat dolu tavırlarına nasıl karşılık vereceğini bilemeyen Bekir donup kalır. Ve birden, daha iki defa karşılaştığı Uğur’un karşısında, yüzüne bile doğrudan bakamadan, ağzından kısık sesle “Ben seni çok seviyorum…” sözleri çıkar. Ketlenmiş, hayatın onu sürüklediğinin ötesinde bir yere gidememiş bu adam, bir anda onu bütün bu halden kurtarabilecek ve hayatındaki bütün boşlukları doldurabilecek bir çözüm bulmuş gibi Uğur’la bütünleşmek ister. Sanki o ana kadar bütün hayatı boyunca öylesine bastırmıştır ki kendisini, bu sevgi sözcükleri son damlayla taşan bardaktan taşan su gibi ağzından dökülüverir.

Ve bundan sonrası Bekir’in, ailesinin onun için kurduğu, ondan beklenenlerin oluşturduğu yaşam ile Uğur arasındaki gidiş gelişlerinin hikayesidir. Uğur’un aşkı Zagor, cinayet işleyerek hapse düştüğünde ve hapishane hapishane dolaştığında, Uğur da onun peşinden şehir şehir dolaşırken aşkına karşılık vermese de Bekir de Uğur’suz yapamaz ve onun ardından sürüklenir. Görücü usülüyle evlendiği babasının bir arkadaşının kızı olan karısını, ailesini üzmeyi, yeni doğan çocuğunu görmemeyi, bütün düzenini bozmayı umursamadan, defalarca Uğur’un peşinden gider. Her gidiş bir kaçıştır. Her dönüş çaresiz bir kabulleniş çabası.

Uğur’suzluk ölüm gibidir. İşi, evi, karısı, çocuğu, ailesi, düzeni, dışarıdan bakıldığında gerekli her şeye sahip olduğu bir hayatı vardır ama o hayatta Uğur yoktur. Mana yoktur. Boşluk vardır. O çoğu kişi için tatminkar olan sıradanlığın içerisinde kendisi yoktur. Pavyonda çalışmaya başlayan Uğur’un yanındaki Bekir de kendisi midir gerçekten bilinmez ama orada farklı biri oluverir. Gece hayatına dalar, renkli kıyafetler giyer, bıçkın tavırlar sergiler, evdeki hayatının tersine ancak Uğur’un yanında nefes alır gibi olur ve yaşam belirtileri gösterir. Ve Uğur tarafından reddedilmeye, aşağılanmaya, Uğur pavyonda çalışır ve başkalarıyla birlikte olurken erkeklik gururunu ayaklar altına alarak onun yanında kalmaya, her şeyi kabullenmeye razı olur. Toplumsal otoritenin, babanın ezdiği ruhunu böyle canlandırmaya, her şeyi saran tekdüzeliğin onu kişiliksizleştirişini böyle aşmaya çalışır. Ama ne Uğur onunla olacaktır ne de o gerçek anlamda kendi bağımsız kişiliğinin yansıması olan bir hayat kurabilecektir. O, bir şeye bütün tutkusuyla bağlanmayı ve çözümü bunda bulmayı seçmiştir. En azından seçmiştir ama işte bu durum da çıkmaz bir sokak gibidir. Bu haliyle de kaçılamayan “kader”dir. Kaçınılmaz olduğu için trajiktir. Trajedi ise insan hayatının özüdür.

Gelenekselden moderne, köyden kente bir türlü geçemeyen, bu geçişin sancılarıyla boğuşan, toplumsal otoritenin beklentileri ile bireyleşme arzusu arasında ruhu çelişkilerle dolan, bu çatışmayı aşıp kimliğini bulmakta zorlanan, kadın erkek ilişkilerinde arzusunun aklı karışan ülke erkeğinin bir temsili olarak da sosyolojiktir. Ömer Lütfi Akad’ın “Vesikalı Yarim” filmi, Sait Faik Abasıyanık’ın “Menekşeli Vadi” öyküsü, Orhan Veli’nin “Tahattur” şiiri ile dokunulan toplumun bilinçdışındaki aynı temanın farklı bir dönemde farklı bir biçimde tekrar ele alınışıdır.

Bekir, defalarca gidip gelmelerin, ailesinin malını mülkünü harcayıp tüketmenin ve babasının ölümünün ardından rezil olmaya, aşağılanmaya doymuş, ona biçilen kimliği kendini yok edercesine parçalamış, örselenmiş ve erkekliği zedelenmiş bir adam olarak, umursamaz bir tükenmişliğin dibindeyken karısını ve çocuğunu tekrar terk ederek son kez Uğur’a gider. Ne olursa olsun geriye dönmeyecektir artık. Uğur’un onu yanına kabul etmesi yaşamaya devam edebilmesi, yaşadığını hissedebilmesi için kalmış olan son telafisidir. Evini son kez terk ederken geride bıraktığı; olmamış, çatışmaları çözülmeden toprağa gömülmüş, yaşanmamış, karanlığa bürünmüş bir hayatın silinmeye yüz tutacak izleridir. Sığınmaya geldiği ise bilip gördüğü tek yaşam belirtisi. Bir köşede kafasına sıkıp bu çileyi bitirene kadar onu hayatta tutacak tek şey Uğur’un varlığını yanında hissetmek olacaktır. Sakat bir bağlanış, saplantı, çıkmaz sokak, aşk, kader…

Psikesinema 25. sayı, Eylül-Ekim 2019

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *