ARINMAK YA DA ARINAMAMAK…

Dün gece kötü bir rüya gördüm. Karanlık bir sokakta arkamdan gelen bir köpek sırtımı ısırıyordu. Köpeğin hamlesiyle yere düşüyorum. Köpek hala arkamda mı bilmiyorum, sonra sırtıma dayanan pençeleri, ceketimi delip tenime ulaşan sivri dişleri hissediyorum. Köpeğin dişlerinde takılı kalan etim sakız gibi uzuyor, ceketin sökülen ipliklerine karışıyor, uyanıyorum. Ya da çok sonra uyandım da uzun bir karanlığın içinden sadece bu sahneyi mi hatırladım bilemiyorum. Sonra bu sahneyi terapistime anlattım. Anlamlar çıkarmaya çalıştık birlikte, pek bir şey çıkmadı. Sonra rüyamda, arkamdan gelen bir köpeğin beni ısırdığı rüyayı terapistime anlattığımı gördüm. Uyandım. Soğuk soğuk terlemiştim. Kapının arkasında asılı duran ceketime baktım, ceketin sırtında el kadar bir parça sökülmüştü. Terziye götürsem diker mi diye düşündüm, anneme versem yamar mı. Yoksa atıp kurtulmalı mı bu ceketi… Bir terapiste mi gitsem diye düşündüm. Bir terapiste mi gitmeli, ne olur acaba gidince, yoksa bir film mi çekmeli… İkisi aynı şey mi, olur mu olmaz mı, var mı gerek yok mu… Dünyanın bütün yönetmenleri, bırakın film çekmeyi, hepiniz bir terapiste gidin. Dünyanın bütün danışanları ya da size her ne deniyorsa, bırakın terapiste gitmeyi film çekin. Vaziyet nasıl olurdu acaba? 3-4 haftalık hızlı bir kursa alırız sizi, kamera, ses, ışık mışık öğreniverirsiniz kabaca ne dersiniz… Senaryo mu, sallayın bişeyler işte. Ya da verin terapistleriniz yazsın, ama yarayı sağaltmaya çalışmakla anlatmaya çalışmak pek aynı şey olmuyor galiba. Terapiste versem diker mi ceketimdeki söküğü… Köpek kim, ceket ne, ben kimim bulur muyum, bilmiyorum. Rüyalarını kendine mi saklamalı yoksa insan?

Beyaz saçlı, beyaz sakallı ve üstüne üstlük Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin 2012 yılında gösterime giren ‘Amour’(Aşk) adlı filmi bu sorularıma cevap vermiyordu. Zaten artık klişe haline gelen bir tabirle Haneke sorulara cevap vermekten çok yeni sorular sormayı ya da bizim kendi kendimize sorular sormamızı sağlamayı mı amaçlıyordu acep? Bilmiyorum ama bu filmi öncekilerden biraz farklıydı sanki. Daha önceki televizyon çalışmalarını bir kenara koyarsak 1989 yılında gösterime giren ‘Yedinci Kıta’ adlı ilk uzun metraj sinema filminden beri izleyicinin canına okumuş, gelişmiş Avrupa toplumunun görünürdeki medeniliğinin altında sinsi sinsi beslenen saklı şiddeti, burjuva ahlakı her ne ise onun özünde duran riyakarlığı, sınıfsal ayrılıklarla da beslenen ırkçılığı yüzümüze vurmuş, özellikle de gelişmiş Avrupa ülkelerindeki izleyicilerinin yüzüne yüzüne mütemadiyen vurmuştur.

Haneke ülkemiz sinemaseverleri tarafından da imtinayla el üstünde tutulagelmiştir. ‘Gelişmiş’ Avrupa orta sınıf insanının yüzüne yüzüne vurmayı hobi haline getirmiş bir yönetmenin filmlerinin ‘gelişmekte olan’ batı-doğu arası toplumumuzun okumuş kesimi arasında bu denli hayranlık yarattığını görmek beni hep düşündürmüştür. Peki nedendir bu bizdeki Haneke merakı? Sanat ve edebiyat ilginç hadiselerdir elbette, sinema ise bana göre ayrıca ilginçtir. Bir film, pek çok zaman görünür amacını aşarak ve taşarak eser sahibinin hiç aklından geçirmediği yerlerdeki insanların başka başka yaralarına dokunuverir, hiç beklenmedik boşluklara su gibi akıp doldurur. Demem o ki  bu gelişmiş Avrupa toplumunu kıyasıya eleştiren ve karanlık taraflarını deşen filmler, toplumumuzun Batı kültürüne aşina yetişmiş, şehir hayatına uyum sağlamış ve muhtemelen orta sınıf izleyicisinde de önemli etki bırakmaktadır. Belki bize de etrafımızda gördüğümüz ve kendi içimizde de varlığını hissetttiğimiz riyakarlıkları, ayrımcılıkları, tatminsizlikleri, ‘uygar’ şehir hayatında oynamaya çalıştığımız roller içerisinde bi yerde bi yanlış var ama ne sorularını ve içlerimizde durmak bilmeden çöreklenen saklı şiddeti hatırlatmaktadır. Ve belki pataklanmaya, gelişmiş Avrupa ülkesi orta sınıf izleyicisinden daha da fazla ihtiyaç duyuyoruzdur ve hatta arzuluyoruzdur. Şimdi, konunun devamını düşünmeyi ve Haneke’nin –eğer izlemediyseniz- titizlikle dokuduğu karanlık Avrupa portrelerini izleyip izlememe tercihini sizlere bırakıyor ve asıl mevzumuza dönüyorum.

Michael Haneke’nin dünya sinema çevrelerinde her zaman ayrıcalıklı bir yeri olmuştu. Avusturya bu değerli sanatçısına bir de yeni nesillerini emanet edip onu Viyana’daki ünlü film akademisinin başına getirmişti. Filmleri en saygın film festivallerinde gösterilir, çok büyük gişe rakamlarına ulaşmasa da dünyanın her yanından sinemaseverler tarafından izlenir, ülkemizde artık ölmeye yüz tutmuş olan kadim meslek erbabı korsancılar tarafından baş köşeye konurdu. Ancak takvimler 2012’yi gösterdiğinde farklı bir şey oldu sanki. Bütün nemrutluğu ve soğukkanlılığıyla onca yıl izleyicilerini ve karakterlerini mütemadiyen pataklamış, asla acımamış bu beyaz saçlı, beyaz sakallı, uzun ve ihtiyar adam şimdi yeni bir film çekmiş ve adını ‘Aşk’ koymuştu. Enteresan. Elbette Haneke’den beklenen ne bir kara sevda masalı, ne bir aşk destanı ne de tasavvufi bir aşk güzellemesiydi. Yine içimizi oyacak gerçekçi bir karanlık anlatı bekliyordu bizi herhalde. Ama işte filmin adı ‘Aşk’ olunca insanın içine bir kurt düşüyordu. Haneke durmuş durmuş, 70 yaşında ilahi aşkı mı bulmuştu acaba, yoksa yaş 70’i bulurken hayatının aşkına bir itafta mı bulunmak istemişti? Ya da yeter dünyanın derdiyle ruhunuzu daralttığım deyip elden ayaktan düşmeden hayatımıza biraz da anlam katacak moral verecek bir film mi bırakmak istemişti ardında? Elbette filmi görene kadar bu soruların cevabını bilemeyecektik. Velhasıl ‘Aşk’, Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaptı ve büyük ödül Altın Palmiye’yi kazandı. Artık sinema dünyasının manşetlerindeydi, hakkında yorumlar yapılıyor, yazılar yazılıyor ve yönetmenin röportajları yayınlanıyordu. Ben filmi izlemek için vizyona girmesini bekledim ve filmle ilgili görüşlerimi yazının devamında belirteceğim. Filmin yolculuğunu anlatmaya devam eder isek, ‘Aşk’ dünya çapında çeşit çeşit film festivalinden aralarında bir Altın Palmiye ve bir Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı da olmak üzere 76 ödül kazandı, 95 adaylık elde etti, daha önce hiçbir Haneke filminin ulaşmadığı gişe başarılarına ulaştı, hiçbir Haneke filminin görmediği kadar geniş çaplı bir ilgi gördü, başka hiçbir Haneke filminin olmadığı kadar çeşitli övgüye nail oldu. Hakkında sinema eleştirmenleri dışında da sayısız köşe yazarı, blogcu  ve akademisyen tarafından sayısız yazı yazıldı. Sinema çevrelerinde bütün bir yıl ‘Aşk’ konuşuldu, onun dışındaki bütün filmler onun gölgesinde kaldı.

Peki neydi bu ‘Aşk’ın büyüsü? İzlemeyenler için kısaca özetlemek gerekirse ‘Aşk’, 80’lerinde iki emekli piyano öğretmeni olan Anne ve Georges’in hikayesini anlatıyor. Anne’ye bir gün bir inme iner, felç geçirir, ameliyat olur ve evinde yatalak bir halde bakıma muhtaç duruma düşer. Kendisi de bir müzisyen olan kızı Eva annesinin hastaneye yatırılmasını istese de Georges karısına verdiği sözü bozmaz ve Anne evinde kalır. Filmin ekseriyeti Anne ve Georges’in apartman dairesinde geçer ve çiftin bu ölüm ile iç içe zor süreci nasıl yaşadığını anlatır. Sonu ise hem malum hem değil.

Georges’in Anne’ye duyduğu sevgi, onun kişisel bakımını yaptığı ve baş başa oldukları sahnelerde iyi oyunculukların da etkisiyle izleyicinin gözünde git gide büyür. Sevilen birini bu kadar zor bir durumda görmenin yarattığı hüzün duygusu izleyiciye geçer. Ne var ki Anne, ona yardım etmeye çalışan Georges’in çabasına karşın bu ağır ve zor hali yaşamaktansa, içten içe bırakıp gitmeyi yeğlemektedir. Filmin meşhur bir güvercin sahnesi vardır ki orda güvercin ne anlama geliyodu falan diye analizlere girmeden sadece izlemek yeterlidir. Haneke bu filmde belki böyle derin duygular içeren bir konuyu işlemenin getirdiği ihtiyaçla rüya sahneleriyle bililnçdışının sularına da dalmıştır.

Bu noktada şu tespiti yapmamız gerekiyor ki Haneke, filmlerinde duygusal istismara meyledebilecek yollara sapmaz, kendisini veya filmini izleyiciye sevdirmek, izleyiciyi anlatının kendi amacının ötesinde etkilemek için sinema dilinde taviz vermez. Film dilini kullanırken amacı kurmak istediği anlatıyı ve atmosferi kusursuz şekilde yansıtmaktır ki kendisi aşırı derecede detaycı ve tavizsiz bir yönetmen olarak bilinir.

Diyebiliriz ki drama sanatı açısından Haneke, Aristocu değil Brechtyen taraftadır. Aristocu diye tabir ettiğimiz yöntem kabaca izleyicinin başkarakterlerle özdeşleşmesini, duygusal bir bağ kurmasını ve ağır duygular yaşayan karakterler ile bu süreci birlikte yaşayıp, bir nevi kendisini de bu haller içerisinde hissetmiş olup bu vesileyle kendi ağır duygularından arınmasını ve rahatlamasını öngörür. Bu arınma halinin Yunanca’dan diğer dünya dillerine geçmiş olan adı ‘katarsis’tir. Aristo bu terimi, Antik Yunan tiyatrosunun en etkili türü olan trajedinin seyirci üzerindeki etkisini açıklarken kullanır ve üzerinde özellikle durduğu duygular da acıma ve korku duygularıdır. Aristo’nun belirttiği bu hal ve tahlil ettiği diğer hikaye anlatım teknikleri yıllar yılı drama yazıcılarının kullanımında olmuştur. Günümüzde de bilinçli veya bilinçsiz olarak özellikle ticari sinema ve televizyon yapımlarının pek çoğu bu minvalde işler. Formüle edildiği biçimde özetlersek; ana karakterin haline bakıp üzülür, onunla bir kader ortaklığı kurar, ona ve kendimize acırız, başına gelen kötü hallerde biz de korkuya kapılır, bir çeşit kurtuluşla veya sonla da bu acıma ve korku hallerini içimizden boşaltıp rahatlarız.

Diğer taraftan, şöyle bir yüzyılları atlayıp Bertold Brecht’e geldiğimizde durum bir hayli farklıdır. Brecht’in tiyatro oyunu yapmaktaki meselesi insanlara duygusal boşalım yaşayabilecekleri bir alan sunmak değildi, aksine Marksist anlayışının da paralelinde olarak izleyicileri içinde yaşadıkları toplumda ve etraflarındaki dünyada olan bitenlere karşın uyandırmaktı. Yanlış giden durumların özünü göstermek, bir farkındalık yaratmak amacı taşır. Bunun için Brecht, özdeşleşmenin ve katarsis’in karşısına ‘yabancılaşma’yı koyar. Amaç izleyiciyi karakterlerle özdeşleştirmek, empati kurdurmak değil, tam tersine izlediği olaylara, durumlara iyice yabancılaştırmaktır. Böylece izleyici içinde bulunduğu dünyaya, toplumsal ilişkilere ve kendisine yeni bir gözle bakacak, gördüğü halleri sanki ilk defa görüyormuşçasına hayrete düşecek, bu hayret ve dışarıdan izleme hali içerisinde bilincini harekete geçirecek ve bu işler niye böyle sorusunu soracak, belki olayların o ana kadar görmediği gerçek doğasının farkına varacak, entellektüel düzeyde bir tepki ve anlayış geliştirecektir.

Haneke bu işte Brecht tarafındadır. İzleyiciyi toplumdaki, insanlararası ilişkilerdeki durumlara yabancılaştırarak o durumların altındaki sert gerçekleri görmesine vesile olmak ister. O alışılageldik medeni orta sınıf yaşamının içine bir bomba bırakır ve bildiğimizi sandığımız hikayeyi bize bambaşka taraflardan izletip hayretimizin düşünceye dönüşmesini bekler. Gelin görün ki ‘Aşk’, Haneke’nin bu tavrına tezat oluşturur biçimde geniş bir izleyici kitlesiyle duygusal bir bağ kurmuş ve sanırım gördüğü ilginin bu denli büyümesinin temel nedeni de bu olmuştur. Acaba film, yönetmenin arzularını ve amaçlarını da aşarak eser sahibinin dahi aklından geçirmediği yerlerdeki insanların başka başka yaralarına dokunuvermiş, hiç beklenmedik boşluklara su gibi akıp doldurmuş mudur? Veya eser sahibi de zaten bunu mu istemiş, yeter milleti bu kadar yabancılaştırdığım mı demiştir?

Haneke’nin Liberation gazetesine verdiği röportajda söylediklerine göre filmleri daha çok onda öfke uyandıran hallerden, bir taraftan da içini saran anlamadığı şeylerden doğar. Söylediğine göre bu filmin fikri de diğer film fikirlerinin doğuşuna benzer olarak yine içinde onu rahat bırakmayan bir halin baskın çıkmasıyla oluşmuştur. Yani film fikrinin gelişimi sürecinde önceki filmlerine göre bir farklılık yoktur. Kafasına birşeyler takılmış, ruhunda filizlenen bir fikir, bir duygu adım adım dallanmış budaklanmış ve bir filme dönüşmüştür. Bir fark vardır ki bu filmin doğuşundaki duygu bu sefer daha bir otobiyografiktir, buna ise daha sonra değineceğiz. Filme baktığımız zaman yine Haneke’nin bilindik orta sınıf yaşamı eleştirisi alttan alta yerini alır. Kendi gerçekliğine gömülmüş, kapısını kapatıp güvenli apartman dairesinde medeni değerleriyle nezih ve uyumlu bir yaşam sürdürme halinde olan yaşlı çiftimizin, kapılarını bir gün ölüm gerçeğinin çalmasıyla değişen hallerini, bu durumla nasıl baş edeceklerini anlatır. Orta sınıfın bu yalıtılmışlık ve dışarıdaki gerçekliğe ısrarla gözlerini kapama, farkında olamama hali Haneke’nin sıklıkla değindiği hallerdendir. Genel çerçevesiyle bakıldığında bu film de Haneke filmografisinin doğal bir devamıdır. Filmdeki karı ve kocanın müzik öğretmeni, kızlarının da bir müzisyen olması dahi Haneke’nin diyebiliriz ki ağır duygulara temas eden bir diğer aykırı yapıt olan 2001 tarihli meşhur filmi ‘Piyano Öğretmeni’yle bir bağ kurdurur ki çiftin kızı Eva’yı canlandıran aktris Isabelle Huppert ‘Piyano Öğretmeni’nde başroldedir. Zaten Haneke’nin ana karakterlerinin pek çoğu kültür ve sanatla bağlantılı mesleklere sahip orta sınıf bireylerdir. Dahası Haneke’nin neredeyse bütün filmlerindeki erkek ve kadın başkarakterlerin isimleri ‘Aşk’ta olduğu gibi Anne ve Georges isimlerinin Almanca ve Fransızca varyasyonlarıdır.

Haneke, bu filmde de ana tavrını, üslubunu bozmamış, duygusal istismara meyletmemiştir diyebiliriz ama işte ortada son derece büyük duygular, ağır durumlar vardır. Ortada aşk ve ölüm vardır. Haneke bunu istemiş veya istememiş olsun, izleyicinin gözünde artık bu meselelerle ilgili duyguların yaşattıkları, anlatının eleştirel yanlarına galip gelecek, ‘Aşk’ artık bir aşk filmi olarak hatırlanacaktır.

Peki film, yönetmeninin ünlü ve bilindik sinema yaklaşımını da aşarak neden böyle bir etkiye ulaşmıştı? Bu sorunun cevabı sanırım Haneke’nin röportajında anlattığı filmin hikayesinin arkasındaki otobiyografik meselede yatıyor. Haneke bu filmi, kendi ifadesine göre çok sevdiği yaşlı bir kadının –ki bu kadının onu büyüten kadın olduğunu belirtir- kanser tedavisi sırasında çektiği acıları görmesi ve kanseri atlattıktan yıllar sonra 93 yaşında intihar girişiminde bulunduğunda o kadını baygın halde bulan kişi olmasının içinden atamadığı hatırasından ve acısından yola çıkarak yapmıştır. Bir deja vu yaşadın mı okur, kim bilir belki senin de içinden söküp atamadığın acı bir hatıran vardır.

Pesimist ve eleştirel filmlerin yönetmeni olarak tanınan Michael Haneke onu derinden etkileyen acı bir hatıradan yola çıkmış ve bu sefer insanların kalplerine dokunmuş, istesin veya istemesin insanlara hayatta karşılaşabilecekleri en ağır ve acı hallerle ilgili bir karşılaşma, hatta bir katarsis imkanı sunmuştur. Evet, Haneke yine Liberation’a verdiği röportajda aşkın var olduğunu ama bayağılıktan başka birşey olmadığını düşündüğünü ve hatta katarsis deneyiminin ve trajedinin çağımızda artık var olmadığını çünkü hepimizin yanlış bir bilinçle yaşadığımızı belirtir ama sen gel de bunu izleyiciye anlat. Duygu geldi mi tutulamıyor galiba okur. Ve belki en güçlü duygular da nadiren de olsa, böyle sahte bir duygusallığa kapılmaktansa acımasız bir gerçekçiliği yeğleyen sanatçılardan çıkıyordur. O zaman daha bir gerçek oluyordur.

Bu kadar netameli bir hali anlatan bir filmi inanılır kılan en önemli unsurların başında kuşkusuz başrol oyuncuları gelir. Ve burada da yine otobiyografik acı bir hikaye gizlidir. Georges rolünü canlandıran Jean-Louis Trintignant, daha senaryoyu yazarken Haneke’nin aklındaki isimdir. Trintignant yıllardır bir filmde oynamamış ve dahası sinemaya gitmeyi dahi bırakmış eski bir oyuncu iken yapımcısının tanışıklığı vasıtasıyla Haneke, Trintignant’la ‘Aşk’tan önceki filmi ‘Beyaz Bant’ın Fransızca dublajında çalışmıştır. Trintignant’ın sinemadan ve tabiri caizse hayattan soğumuş olmasının önemli bir nedeni vardır. Ünlü aktör, kızının vahim bir olayda ölümünden beri dokuz yıldır hiçbir filmde rol almamıştır. Haneke rolü ona önerdiği sıralarda ise, bir bunalım geçirmekte hatta intiharı düşünmektedir. Elbette ortaya iyi bir sanat eseri çıkmasa idi bütün bu arka plan hüzünlü bir hikayeden ibaret kalabilirdi. Ancak oyuncu seçimi ve idaresinde de her zaman ustalığını göstermiş olan Haneke’nin yönetiminde Trintignant da derinden yaşadığı acının ve bunalımın deneyimini oyunculuğuna yansıtmış olsa gerek. Yani biraz olsun kenara bırakalım bu drama formüllerini; dram olsun diye dram yapılmaz, yaşanmamış hiçbir duygu kamera önünde tam anlamıyla gerçek durmaz. Amaç insanları ağlatmak ve acıtmak değildir, anlatılması gereken anlatılıyordur sadece.

Ek bir bilgi olarak şunu da belirtmek isterim ki Haneke bu filmi, Avusturyalı olmasına rağmen daha önce de filmler çektiği Fransa’da, Fransız oyuncularla Fransızca dilinde çekmiştir. Ancak filmin ‘Fransız’ olmayan bir özelliği vardır ki bu da bir dekor olarak inşa edilen filmin ekseriyetinin geçtiği apartman dairesinin, neredeyse bire bir olacak şekilde Haneke’nin çocukluğunun geçtiği evin planına göre yapılmış olmasıdır. Çok anlaşılmaz bir mevzu değil ama gönülleri olsun, bunun yorumunu da sevgili psikiyatrlara bırakalım isterseniz.

Maalesef nerede olduğunu hatırlayamadığım başka bir röportajında Haneke, film yapmanın onu psikiyatriste gitmekten kurtardığını söyler. İçinde uyanan öfkeyi, acıyı, sızıyı böyle dindirmektedir herhalde. Belki o da böyle arınmaktadır. İçeride kalsa içini kurtlandıracak, bir şeyleri çürütecek, bir çıkış yolu bulamayıp göğsünü sıkıştıracak bu hisler, sanatın oldukça da meşakkatli bir türü olan sinema aracılığıyla dışarı akar. Artık söylenilmiştir, artık ifade edilmiştir, artık yüzleşilmiştir, artık anlaşılınmıştır ve dünyanın dört bir yanındaki izleyiciler tarafından bir şekilde kabul edilinmiştir. Daha ne olsun… Peki biz ne yapalım bir Haneke olamıyorsak dediğinizi duyar gibiyim. Evet, Avrupa ‘sanat sineması’nın devlerinden biri olmayabilirsin, her öfkenden her sızından bir şaheser çıkaracaksın diye bir şart da yok, terapiste dökecek paran da olmayabilir, ama başka yollar bulursun belki, belki başka yollarla yüzleşirsin, farkına varırsın, ifade edersin, var olursun. Ne bileyim belki bir film izlersin, hissedersin, düşünürsün…

Şimdi söyle bakalım; ceketimdeki söküğü kim diker dersin?

Psikesinema 4. sayı, Mart-Nisan 2016

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *