İÇİMDEKİ…

Masamın üzerinde bir dal var; iğne yapraklı. Sarhoş olduğum bir gece bir ağaçtan koparmışım. Sarhoşsam ve maziyi düşünüyorsam bir şeyler koparırım ben. Zaten insan, maziyi düşünen bir bitkidir. Ama iğne yapraklı değildir, hazanı da vardır baharı da. Pişmanlıkları ve keşkeleri vardır. Bazen bazısı, bazı anlara dönmek ister, ya da gerçekten ister mi bilinmez ama bir acaba doğar içinde. Melankoli sarar ruhunu. Bugünün olmayanlarından ileri gelir olsa gerek ya yine de geçmişe bakıp acı duyar insan. Nereye gitti onca yıl, onca zaman der. Hangi doymak bilmez delikten akıp gitti, kayboldu…

Freud bu konuda ‘Yas ve Melankoli’ başlıklı incelemesinde iyi bir cevap vermiş midir bilmiyorum, çünkü okumadım. Kayıp zamanın izinde dolaşırken, edebiyatta, belki Marcel Proust’ta mı bulurum bu duygu ortaklığını bilmiyorum, çünkü onu da okumadım. Yoksa doğuya gidip gidip de budist felsefelerde mi aramalı çözümü? ‘Mono No Aware’, ‘şeylerin hüznü’ mü demektir? Kelimelerle tam açıklanamayan, geçici ve kırılgan dünyaya dair hissedilen ince bir hüzün belki. Belki hepsi bağlantılıdır, belki her insanın hikayesinde ayrı ayrıdır, belki bütün ortak insani hislenmelerimizin yanında, ne kadar insan varsa o kadar da tanım vardır. Belki de bütün bunlar hayattaki açık hayalkırıklıklarına, kabullenilemeyen kayıplara bulunan ince bahanelerdir; incelterek, entellektüelize ederek başa çıkma mekanizmalarıdır.

Bu yazıda, kaybolan ve birşeyleri kaybetmiş bireyin hikayesini sinema tarihinin iki farklı noktasında aynı hikayeden esinlenerek anlatan iki sinema filminden bahsedeceğim. Bu filmler uzakdoğu felsefelerinin mistik hüznüne veya insanın iç dünyasındaki duyarlılıkları anlatan bir edebiyat yapıtının inceliğine sahip midir bilemem ancak iki filmin de bahsi geçen meselelerle doğrudan ilgili olduğunu söylebilirim; hayata karşı duyulan garip bir hüzün, bir kabullenememe ve uyum sağlayamama hali, kaybolan zaman ve bizatihi insanın benliğinin, hayatın kaybı…

Çaldı mı piyano? Yoksa başladı mı film? Neredeyiz, hangi şehir, hangi zaman? Fark eder mi? Eder elbet, etmez diyemeyiz. Ama her şehrin, her zamanın ve her yalnız adamın çıkmazlarında bir ortaklık bulabiliriz. 2011’de bir Ağustos gününde Oslo’da da olabilirsin, 1963 yılının Paris’inde de.  Çemişgezek’te de olabilirsin tabi, Erzurum’da, Ankara’da, İstanbul’da da. Ama bahsedeceğim filmler buralarda geçmiyor.

Bir Ağustos günü Oslo’da, Anders ağaçların arasından uzun bir yol yürüdü, ceketini çıkardı, dizlerine kadar suya girdi, eğildi, suyun dibinden ağır bir taşı alıp kucakladı ve batana kadar yürüdü. Bir müddet sonra çıkıverdi suyun altından, nefes aldı. Olmadı. Herhalde birşeyler olmuyordu. Oslo’da da mı yani Norveç’te de mi olmuyordu? O meşhur sosyal devlet, sosyal refah da mı bulamamış bu işin çaresini her ne ise mesele? Demek ki olmamış bişeyler vardı işte.

Söz konusu ilk filmimiz Joachim Trier’in 2011 tarihli ‘31 Ağustos, Oslo’ adlı filmidir ve filmimizin başkarakteri Anders, uyuşturucu bağımlılığını yenmek maksadıyla bir kilinikte ikamet etmektedir. Evet, Anders bağımlıdır ve bağımlılığından ‘kurtulmak’ için bir teşebbüste bulunmuştur. Demek ki bağımlılık kurtulunması gereken birşey diye düşünmüştür. Ya da derinlerdeki başka boşlukları doldurmak için kullandığı bağımlılığını alt ederse bir sorunu kalmayacak sanmıştır. Ya da elinden başka birşey gelmemektedir, en azından yüzeydeki sorunu çözerse, toplumun dediği gibi yaparsa bir kurtuluş bulurum umuduyla sığınmıştır kliniğe.

(Uyarı: Yazının bu noktasından itibaren filmlerde geçen olaylar hakkında, filmin ilerleyişini ve sonunu açık eden bilgiler vereceğim.)

Film, Oslo kentinin geçmişinden görüntüler ve bu görüntülerin üzerine düşen farklı seslerle kişilerin mazilerinden hatırladıkları sıradan, sıradışı, ama hepsi de kişisel anlamlar ve özlemler taşıyan özel anların anlatımıyla başlar. Bu anlatım tarzı filmin devamında da aralıklarla sürer, şehrin değişik mekanlarının görüntüleri ile kişisel mazilerin üst üste gelmesi anlatımın bir parçası, bir bağlayıcı unsur olur. Böylece maziye dair duyulan melankoli, bugün duyulan hüzün ve kaybolma haline eşlik eder.

Film, Anders’in klinikten dışarı çıkıp Oslo’da geçirdiği bir günü, bu gün içerisinde yaşadığı hayat muhasebesini ve çırpınışı anlatır. 30 Ağustos sabahı başlar ve 31 Ağustos sabahı biter. Drama sanatıyla ilgili bir çıkarımda bulunmak gerekirse, ünlü filozof  Aristoteles’in üç birlik kuralının bir sinema filmindeki karşılığını gördüğümüzü söyleyebiliriz. Aristo’nun ‘Poetika’ adlı eserinde belirttiğine göre; trajedi türünde en güçlü anlatım, olayda birlik, zamanda birlik ve mekanda birlik ilkelerinin uygulanmasıyla sağlanır. Yani oyunun ya da buradaki haliyle filmin anlatısı, sadece trajediye konu olan olayın anlatımını içerecek, tek bir günde başlayıp bitecek ve tek bir mekanda geçecektir. Filmimiz de başı ve sonuyla söz konusu hadisenin öncesini ve sonrasını anlatmadan doğrudan olaya odaklanır, gerçekten tek bir gün süresinde geçer ve geniş anlamıyla da olsa mekan tektir, Oslo şehridir. Ve isminden de anlaşılacağı gibi ‘Oslo, 31 Ağustos’, bu üç birlik noktasına da özellikle vurgu yapar. Şehri kişisel mazilerle örtüştüren, Oslo görüntüleri ve dışses anlatımından oluşan anı sekansları da şehrin bütünlüklü bir mekan olarak izleyicinin zihninde kurulmasına katkı sağlar. Diğer taraftan bu sekansların kayıp zamanın nostaljisi hissini bütün filme yayarak, üç birlik ilkesine ek olarak filmin bütününde görünmez bir dördüncü birlik, bir duygu birliği kurulmasına yardımcı olduğunu da söyleyebiliriz.

30 Ağustos günü, filmimizin kahramanı Anders, şehir merkezinin dışındaki klinikten aylar sonra ilk defa ayrılacak, Oslo’da bir iş görüşmesine gidecektir. Tekrar ‘dışarı’daki hayata dahil olmak, işleyişe katılmak için bir teşebbüste bulunacak, klinikteki korunaklı ortamdan çıkıp ‘gerçek’ yaşamın içinde bir tura çıkacak, deneyecektir. Filmimizin hikayesi de böyle gelişecektir. Belli ki Anders bilgili, akıllı, yetenekli bir adamdır ama bir şeyler olmamış ya da bir yerlerde bir şeyler ters gitmiş ya da işte olaylar öyle gelişmiş, gençliğinin önemli yıllarını türlü türlü uyuşturucu deneyerek ve kayda değer birşey yapmayarak veya yapamayarak geçirmiştir. İş görüşmesinde, özgeçmişinde koca bir boşluk olarak görünen bu yıllar hakkında soru sorulduğunda korkar Anders, sinirlenir, yabancılaşır, birden oynamaktan vazgeçer bu oyunu, çıkıp gider. O an, orada bunun hesaplaşmasını yapmaya hazır değildir belli ki. Ortalarda olmayan ailesi, onunla görüşmekten bile kaçınan kızkardeşi, artık düzenli bir aile yaşamıyla sıradan orta sınıf insanı görünümü veren eski dostu, uzun sesli mesajlarına cevap vermeyen New York’taki eski sevgilisi Iselin; hepsi onu daha da yalnızlığa iter, iyice yüzüne vurur kaybolmuşluğunu. Hangi kapıyı çalsa eli boş döner, ne aradığını biliyor mu bilinmez ama aradığı bir şey varsa onu da bulamaz. Alkol, sigara, parti, kızlar, eğlence, biraz bohemlik biraz çılgınlık; eskiden bildiği yerlerde dener şansını. O da olmaz, aynı suda iki kere yüzülmez. Anders de yüzmez; çünkü ne su aynıdır ne de kendisi. Ne olması gerektiğini bilmiyordur, kaybettiği anlam ilişkisini tekrar kuramıyordur dünyayla, bildiği ve her adımda tekrar tekrar tecrübe ettiği şey sadece nelerin olmadığıdır. Kendine bir yer bulamıyordur. Denenecek birşey de kalmamıştır. Kızkardeşinden aldığı anahtarla boş aile evine gider, piyanoyu bir iki tıngırdatır, odasına çekilir ve son doz kaçışı, kökten çözümü damarına zerk eder. 34 yaşında, hiçbir şeye tam başlayamamış, bitirememiş, yerini bulamamış olarak 31 Ağustos’ta ayrılır Oslo’dan.

Büyüyemeyen bir çocuk mudur Anders? Sevgisiz kalmış, sevilmek isteyip sevildiğini bir türlü tam olarak hissedemediği için kimseyi de sevemeyen, hiç kimseye ve hiçbir şeye kendini teslim edemeyen, anlam bulamayan, yaşama ısınamayan kayıp bir ruh mudur? Onca insan, akan şehir hayatı, bir şekilde kurulan düzenler ve yürüyen yaşamların arasında pek bir kaybolmuş göründüğü aşikardır.

’31 Ağustos, Oslo’ filminin hikayesi Fransız yazar Pierre Drieu La Rochelle’nin 1931 tarihli romanından esinlenmiştir. Sinema tarihinde, aynı halleri işleyen ve aslında aynı romandan esinlenerek hikayesini oluşturan bir  film daha vardır ki o da 1963 Fransa yapımı, esinlendiği romanla aynı adı taşıyan, Louis Malle’nin ‘Le Fou Follet’ adlı filmidir. İki filme de esin kaynağı olan roman ise gerçek bir hayat hikayesinden; Dadaist akımın önemli üyelerinden sayılan Fransız şair Jacques Rigaut’un yaşamından esinlenmektedir. Rigaut, genç yaşında 1. Dünya Savaşı’nın cephelerinde yer alıp insanlığın vahşetini yakından tanımış, sonrasında sanat ve fikir çevreleriyle iç içe ‘savruk’ bir hayat sürmüş ve 31 yaşında, cetvel yardımıyla doğrultusundan iyice emin olduğu bir silahla kendini kalbinden vurarak hayata veda etmiştir. Rigaut’un hayatından etkilenerek bir roman yazan La Rochelle ise ikinci denemesinde, daha geç bir yaşta… Belli ki gerek Rigaut gerekse La Rochelle ayrı ayrı tabiatları içerisinde, kendilerine ve hayatlarına dair farklı ve benzer memnuniyetsizlikler taşımışlardı. Bağımlılık, kaybolan zaman, hayatın gri tonlarının silinip gitmesi veya her şeyin insanı boğan bir gri örtüye bürünmesi, umudun büsbütün yitirilmesi… Ve daha birçok şey, öyle olsa gerek. Bitmeyen bir dert, kendisiyle, toplumla, hayatla…

Romanın ve bu esinlenme zincirinin Louis Malle halkasındaki filmin adı ‘Le Feu Follet’, sanırım Türkçe’ye ‘Saman Alevi’ olarak tercüme edilebilir. Filmin İngilizce adı ise ‘İçimdeki Ateş’ anlamına gelen ‘The Fire Within’dir. ‘Saman Alevi’ ismi gayet anlamlı olmakla birlikte ben, film ile Sabahattin Ali’nin romanlarından ‘İçimizdeki Şeytan’ arasında kendimce bir duygu bağı kurduğumdan ‘İçimdeki Ateş’ adını kullanmayı tercih edeceğim.

‘İçimdeki Ateş’, Louis Malle’nin 31 yaşında çektiği, ilk uzun metrajlı sinema filmidir. Oslo’da geçen benzeşi gibi sade ve inceliklidir. Fakat gerek başrol oyuncusu Maurice Ronet’in yüzü ve oyunculuğuyla, gerek siyah ve beyazlığıyla, gerekse hikayeye eşlik eden Erik Satie’nin piyano müziğiyle daha bir hüzünlü, daha bir acıtıcı gelir bana. Bu noktada şunu söyleyebiliriz ki Erik Satie’nin müziği filmde görünmez bir birlik olarak bahsettiğimiz duygu birliğini kuran önemli bir unsurdur; filmin bütününe o hüzünlü tonun yayılmasında etkin olur. Ve Aristo’nun üç birlik kuralı bu filmde de ’31 Ağustos, Oslo’daki kadar net çizgilerle olmasa da işleyiştedir. Ana ‘olay’ yine tek bir günde geçer ancak bu sefer başkarakterimizi tanımak için filmin girişinde fazladan bir günümüz daha vardır.

’31 Ağustos, Oslo’, filmin mekanı olan şehri ve bu şehirdeki kolektif maziyi ana eksenine alarak izleyiciye kendinden de benzerlikler bulabileceği daha geniş bir alan verirken ‘İçimdeki Ateş’in gerek filmin başındaki ilk gün vasıtasıyla gerekse filmin devamında ana karakterini bize daha fazla tanıttığını söyleyebiliriz. Hikaye ise genel hatlarıyla aynıdır.

Filmimiz, kahramanız Alain Leroy’un şu an New York’ta bulunan ve uzun süredir görüşmediği karısı Dorothy’nin arkadaşı Lydia ile yatakta olduğu bir sahneyle başlar. Alain, alkolizm tedavisi için Paris’in dışında bir klinikte kalırken, bir kaçamak yapmış, Lydia ile birlikte olmuştur. Lydia New York’a dönecektir, Alain’i taksiyle kliniğe bırakır, bırakırken de şöyle der: ‘Seni en büyük düşmanınla başbaşa bırakıyorum. Kendinle.’ Alain’i kendi başına kaldığında saçmalayan, bunalıma gömülen çocuksu bir adam olarak görmektedir belli ki. Hayır, Alain onunla da gitmeyecektir, olmayan her ne ise onunla da olmayacaktır.

Evet, Alain kliniğe döndüğünde kendisiyle başbaşa da kalacaktır ancak klinik bir taraftan da onun için dünyadan uzak, korunaklı bir yuvadır. Klinikte, bu korunaklı sığınakta dinlenen arkadaşları, entellektüel meseleleri tartışmaktadırlar. Kim bilir, onlar için de kendilerinin yüzleşmek istemedikleri taraflarına değmeden; hayata, gerçeklere, hassas konulara dokunmadan, acıtacak bir temas kurmadan birşeyler paylaşmanın tek yolu böyle entellektüel düzlemde konuşmalar yapmaktır belki.

Alain’in klinikteki odasında, etraftaki karmaşanın arasında bir yerlere tutturulmuş olarak gazetelerden kesilmiş acıklı ölüm haberlerinin küpürleri durur. Ve karısı Dorothy’nin fotoğrafları, onunla geçen mutlu zamanların hatıraları. Ya yüceltilmiş bir mutlu mazi ya en karanlık ve acıklı sonlar, aradakilere yer yoktur. Sigara kutularından yapılan bir kule, bir boşluk, bir yoksunluk, zamanı nasıl geçireceğini bilememek, belki kafasının içi gibi karmakarışık, gerekli gereksiz şeylerle doldurulmuş bir oda… Anlamsız karalamalar, ve çantada duran bir silah…

Doktoru ve klinikteki arkadaşları artık Alain’in iyileştiğini düşünmektedirler, hayatını boşa geçirdiği için canının sıkıldığını, başka da bir derdi olmadığını belki. Neredeyse bir şımarıklık, bir aylaklık ve bunun sonucu olarak kaybedilen gençlikle ve kaybedilen zamanla birlikte düşülen bir bunalım mıdır onunkisi? Öyle midir gerçekten? Belki bu kadar basittir, pek de gerçek bir derdi yoktur, peki bu kadar basitse neden bu kadar ağırdır?

Alain klinikten ayrılmak istemez. Dışarıdaki dünyaya çıkarsa eninde sonunda yeniden içeceğini düşünmektedir, bu bağımlılığın yerine bir şey koyamayacağını. Amerika’ya, New York’a gitmek çözüm olur muydu acaba? Dorothy’ye, mutlu günlere dönmeyi denemek… İki filmde de New York, kayıp bir mutluluğa olan özlemi simgeleyen bir hayal mekan olarak yer alır. Gidilemez, arzu nesnesi oradadır ama ulaşılamaz, gidilse de olmayacaktır sanki. Sorun başka bir yerdedir. Alain’in Dorothy’nin yanına dönmeyi de pek deneyesi yok gibidir ama yine de ona mektup yazar, yine de bırakamaz, yine de tam olarak vazgeçemez, yine de bakar fotoğraflarına. Olmayacağını bilir, ama en azından bir zamanlar bir şeyler bulmuş olduğunu düşündüğü bir deneyimin hatırasına bağımlı kalır. Bağımlılık, içindeki eksikliği tamamlayan bir şeyi tutmak, ne varlığıyla ne yokluğuyla baş edememek… Kimin yanında ve nerede olursa olsun kendisini de oralara götürecektir, bir şey değişmeyecektir. Ve Iselin’in Anders’in sesli mesajlarına cevap vermeyişi gibi Dorothy de Alain’in mektuplarına cevap vermez.

‘Bir hastanın hayatı disiplinli ve basittir. Bu bizi koruyor. Hayatla yeniden yüzleşecek kadar cesur değilim. Paris beni korkutuyor.’ der Alain. Klinikteki odası, zamanı dondurabildiği ve böylece türlü sorgulamalardan ve yüzleşmelerden kaçabildiği bir yerdir. Dünyayla ve insanlarla olan ilişkileriyle baş edememenin tek çaresi kendini korunaklı duvarların arasına kapatmaktadır. Yaşamda içine düşeceği sorunlardan kaçınmanın yolu ‘gerçek’ yaşamdan kaçınmaktır. Böylece içmesine de başka şeylere bağlanmasına da gerek kalmaz. Ama hiçbir hal sonsuz değildir, zaman dondurulamaz, yine akar ve eninde sonunda kendini fark ettirir. Alain ertesi sabah yeni bir kararla uyanır, ne aradığını tam bilmese de arayacaktır. Versailles’teki klinikten çıkar ve onu korkutan Paris’e gider.

Kalabalık caddeler, insanın üzerine üzerine gelen trafik, büyük binalar… Eskiden kaldığı otele uğrar. Otelde karşılaştığı her şey, ona sadece burada bir odada kaldığı uçarı yılların artık çok uzaklarda olduğunu hatırlatır. Sonra evlenmiş barklanmış eski dostun düzenli aile hayatına bir ziyaret, onu teslim olmuş birisi, tutkusunu kaybedip sıradan ve sıkıcı orta sınıf hayatına hapsolmuş, boyun eğmiş bir adam olarak görmek. Dostlar, daha fazla eski dostlar ve her bir dost çevresini ziyarette mazisinden, kayboluşundan parçalar… Gençliklerindeki romantizmi hala devam ettirmeye çalışan, bohem yaşamın, sanat çevrelerinin içinde kalmış arkadaşları ve ‘aşırı’ politik fikirlerinin peşinde eylemlerine devam eden arkadaşları da vardır Alain’in. Onların seçimleri ve hayatları da pek çekici görünmez, oralarda da Alain’e yer yoktur. Ya da şöyle ifade etmek daha doğru olur belki; Alain oralarda hiç olmamıştır aslında. Şimdi kendisini tekrar ararken en iyi bildiği yerlere bakmaktadır, ama aradığını bulamamaktadır. Eski dostların ondan bahsederken hatırladıkları tek şey alkollü maceralarıdır. Alain’e baktıklarında tek gördükleri şimdi içi boşalmış olan bir kabuktur. Ama onu gerçekten hiç görmüşler midir? O eski günlerin içinde sürüklenirken aslında onlarla hiç gerçek bir temas kurmuş mudur? En iyi bildiği yerler… Ama kendisinden kaçtığı, aslında hiç olmadığı yerlerde nasıl bulabilir ki insan kendisini…

Bulamaz Alain, ne bir çözüm ne de başka bir şey… İçindeki ateşi söndüremez. Dört aylık ayıklıktan sonra yine içer, konuşur, kimine göre saçmalar, acıyan ve garipseyen bakışların altında şehrin türlü türlü mekanlarını ve türlü türlü eski dostları ziyaret ettikten sonra klinikteki odasına döner, çantadaki silahı alır, bu işi kökten çözer, susturur kalbini.

’31 Ağustos Oslo’, ‘İçimdeki Ateş’… Farklı zamanlar, farklı şehirler, aynı hüzün… Alain, Anders’e göre daha hüzünlü gelir bana. Diyebiliriz ki bohemliği de sefahati de sonuna kadar yaşamıştır. Anders’in durumu daha karanlık görünür; yaşamın hazları ona yetmemiş, daha da aşırısına, onu içinde bulunduğu gerçekliğin büsbütün dışına götürmeyi vaad eden uyuşturuculara bağlanmıştır. Daha mı büyüktür içindeki boşluk, daha mı  doldurulamazdır? Ya da film öykülerini referans alarak şöyle bir çıkarım yapabilir miyiz: 1960’lardan 2010’lara geldiğimizde daha mı büyümüştür içimizdeki boşluklar ve yalnızlığımız?

Alain’in hayalkırıklığı daha büyük görünür gözümüze. Oradan oraya gider, bazen sinirlenir, itiraz eder. Aradığını bulamamanın verdiği öfkeye kapılır. Anders ise etrafta mahsun mahsun dolaşıp insanlardan bir şeyler bekler. Birisi ona el uzatıp kurtaracaktır sanki, ama bir türlü uzanmaz o el. ‘31 Ağustos Oslo’daki mazi sekanslarında çocukluk anıları boşuna yer almaz; Anders daha çocuksudur Alain’e göre. Yoksa daha mı çocuksulaştık bugünlerde?

Ve artık 2010’larda, fikir ve sanat alanında yeni ufuklar arayan, dünyayı değiştirme düşünceleri içinde olan arkadaşlar da yoktur etrafta. 1960’ların alevli ruhunun, isyanının içi boşalmıştır. Geriye ‘iyi vakit geçirme’ arzusu ve şekilsel küçük çılgınlıklar kalmıştır sadece. Bırakın yeni ufukları, dünyayı değiştirmeyi, insan artık kendi benliğini zor ayakta tutmakta, mazinin melankolisine sığınmaktadır. Belki böylece kendi kayıp benliğinin tutamadığı yasını tutmaya çalışmaktadır. Olmayan bir şimdi, olmayacağını düşündüğü bir gelecek karşısında, insan ölen benliğinin yasını tutma arzusuna kapılır ve o eski mekanları gezer, hafızasında canlandırır. Belki bu yolla bir rahatlama, bir kabullenme aramaktadır.

Batı odaklı bir kültürle büyüyen orta sınıf bir birey olarak düşündüğümde; 60’lar mı fazla hayalciydi, günümüzdeki bizlerse gerçeği görmenin acısı ile mi çekildik kabuğumuza bilmiyorum ama sanki ‘büyümek’ denen şey her ne ise onu istememek var 60’ların filminde, diğerinde ise ‘büyüyememek’. İkisinin de sonunda kaybolmak.

Evet, Alain de Anders de sonunda gitmeyi seçmişlerdir. Belki içten içe dünyaya ve kendilerine lanet okumuş, bir çare bulamadıklarında başka kimsede olmayan amansız bir hastalığın ruhlarını sardığını, benliklerine işlediğini ve bunun hiçbir telafisi olmadığını düşünmüşlerdir. Belki de onlar da türlü türlü seçimleri için ‘içimizdeki şeytan’ı suçlamışlardır. Yenilmişler, tutunamamışlardır. Var mıdır böyle bir şeytan yoksa insanın kendi yaptığı hataların sorumluluğunu üstlenmekten kaçıp da sığındığı bir bahane midir? İnsan yaptığı her hatadan sorumlu mudur? Ne kadar sorumludur? Ne kadarı aptallıktan ve kötülükten kaynaklanır ne kadarı çok derinlerdeki onulmaz yaralardan? Bir çare var mıdır bu ‘şeytan’a…

Alain ve Anders için kaybolmanın dibine vurdukları hızlı bir gençliğin ardından hayatın kendisi hiç bitmeyen bir bekleyişe, yaşayamama haline dönüşmüştür. Bekleyiş ne kadar uzarsa, umutlar ve hayal kırıklıkları da o kadar büyüyecektir. Hiç gelmeyen zamanların telafisi büyük umutlar, kaybolan bütün zamanların geri döndürülemezliğinin büyük ağrısı hayalkırıklığı… Yaşanmayan anın, dahil olunamayan hayatın yerine geçer beklemek. Ve bir gün duvara çarpar insan. Ne kadar uzun süre kaçmışsa, ne kadar uzun süre gözünü kapatıp basmışsa gaza, o kadar sert. Sonrası? Sonrası, ‘sıradanlık’ dediği etrafındaki gerçekliğin içinde umut kırıntıları bulup bulamayacağına, bulduklarına tamah edip edemeyeceğine ve mutlaka kendine bağlı herhalde. Kolay mı, değil.

La Rochelle’nin eseri ve onun yansımaları bir hedonizm ve dahası bir romantizm eleştirisi veya bu hale trajik bir bakış olarak da görülebilir. Belki hayatın gerçekleri karşısında yenilmeye mahkum umutların ve arayışların trajedisini anlatır bize, belki daha psikanalitik açıklamalara muhtaçtır, bilemem. Hiçbir eserin kişinin iç dünyasında bulacağı yansımaları ve yaratacağı etkileri önceden bilemem. Belki Rigaut kararında son derece haklı ve tutarlıydı onu da bilemem. Gerçekliğin öznelliğine dokunasım gelmez bazen.

Louis Malle’nin ‘İçimdeki Ateş’ filmi Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştı ve zamanla da Fransız Yeni Dalgası’nın kült filmlerinden birine dönüştü. Kimilerine göre yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen belki de en iyi filmidir. Joachim Trier’in ikinci filmi olan ‘Oslo, 31 Ağustos’ ise çeşitli film festivallerinde edindiği irili ufaklı ödüller ve adaylıkların yanı sıra İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Trier’in en iyi filmi olarak görülüp görülmeyeceğini şimdiden bilemeyiz ama şimdiden kült film mertebesine ulaşma yolunda olduğunu söyleyebiliriz.

Edebiyat uyarlaması olan bu iki filmde de ana karakterlerin iç dünyalarında pek çok şey olup biter. İki ana karakter de iç dünyalarında yaşadıkları sorgulamaları bir ölçüde kelimelere dökerler, ancak daha fazlası da olduğunu bilir ve merak ederiz. Sinemanın doğası da böyledir, meselenin geri kalanı izleyicinin sezgilerine, duyumsamasına kalır. İzleyiciye bıraktığı bu alanın derinliği ve etkisi ölçüsünde de büyür bir film. Diğer taraftan, bu iç dünyadaki meseleleri ve sorgulamaları daha doğrudan, kelimelerle anlatma işi biraz daha edebiyatın alanıdır. Ve Türk edebiyatında da benzer iç dünyalara, benzer karakterlere, benzer kaybolmuşluklara, tutunamayışlara pek bir sık rastlarız. Büyük kültürel ve sınıfsal değişimler, farklar, çalkantılar ve çelişkiler içindeki bir ülkede eğer edebiyat yapılıyorsa bu duruma az rastlamak da olası değildir herhalde ve edebiyat en çok da böyle sancılı ve biraz da kayıp hisseden ruhlara gereklidir. Kim bilir, etrafta gezinen edebiyatımızın kayıp ruhları İstanbul’da Trier’e ödül veren jürinin içine ince çatlaklardan sızıvermiştir belki.

Fransa, Norveç, Türkiye… 1930’lar, 1960’lar, 2010’lar ve aralardaki bütün zaman dilimleri… Bireyin kendisiyle ve toplumla olan ilişkisinde benzer çatlaklar açılabiliyor demek ki hepsinde de. Karışık bir mesele. Sanat ve edebiyat en çok da böyle karışık meseleler için var herhalde.

İğne yapraklı dal kurudu, iğneleri döküldü birer birer, masamın üzerine dağıldı. Toplayıp çöpe attım. Çöpü kapıcı aldı. Çöpün içinde üzerine bir şeyler karalanmış bir not kağıdı da vardı: ‘Büyük yenilgimiz, büyük kaybedişimiz, hiç yaşanmadı aslında, çünkü gerçekten hiç savaşmadık. Ama hayaller yine de tatlıdır, tutku yine de güzeldir, gerçek yine de…’

Yaşamaya…

Psikesinema 5. sayı, Mayıs-Haziran 2016

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *