LEYLA’NIN TOKADI

Hocanın vurduğu yerde gül bitermiş. Ya da annenin, babanın… Terbiye edici otorite her kimse veya ‘gelenek’ her kimi oturtmuşsa otorite tahtına; onun… İran’da 34 yaşında genç bir sinema yönetmeni; Said Rustayi bu hain atasözünü tersine çevirdi ve bir filmle otoritenin yüzüne sağlam ve incelikli bir tokat attı. Bu sanatsal tokat karşılıksız kalmadı ya olsun. Değdi mi? Bence değdi.

Üçüncü uzun metrajlı filmi “Leyla’nın Kardeşleri” ile 2022’de Cannes Film Festivali’nden FIPRESCI ödülüyle evine dönen Rustayi’yi İran’ın İslami rejimi pek de hoş karşılamadı. Yönetmen rejim tarafından yapılan uyarılara rağmen filmini değiştirmeyi reddetmiş ve filmin kurgusundan taviz vermeyerek festivale katılarak dünya sahnesine filmi istediği haliyle çıkarmıştı. Rejim bu başkaldırıya cevap vermekte gecikmedi ve genç yönetmen fikrinden ve sanatından taviz vermediği için cezalandırıldı. Öne sürülen suçlama “İslami sisteme muhalefet propagandasına destek vermek” oldu.

Rustayi ve filmin yapımcısı Cevad Noruzbegi, İslam Devrim Mahkemesi tarafından 6 ay hapis cezasına çarptırıldı ve 5 yıl boyunca film çekmeleri yasaklandı. Yönetmen ve yapımcı hapis cezasının 9 gününü çekecek ve cezanın ertelenen kısmında İran’ın Kum kentinde zorunlu olarak “milli ve ahlaki sinema eğitimi” alacaklar. Bu rezil, bu berbat, bu aşağılamaya ve sindirmeye yönelik cezaya rağmen yine de olsun. Rustayi bildiğinden şaşmadı ve bir örnek oluşturdu. “Leyla’nın Kardeşleri” filmi ile insanı baskılamaya, değersizleştirmeye, hiçe saymaya çalışan ‘absürt’ ve yozlaşmış otoritenin yüzüne attığı gerçeğin tokadının izi öyle kolay kolay çıkacak gibi değil.

Bu sarsıcı ve değerli filmin konusuna kısaca değinmek gerekirse; yaşlı anne ve babasıyla fakir bir hayat süren 40 yaşlarındaki Leyla, kendisini ve onun gibi sefalet içinde yaşayan dört erkek kardeşini bu durumdan kurtarabilecek bir plan yapar. Farklı karakterlerdeki ve hepsi farklı yollardan sefaletin içinde debelenmekte olan dört erkek kardeşini bu plana ikna etmek ise kolay olmayacaktır.

(Bundan sonraki kısımlar filmi izlemeyenler için öykünün detaylarını açığa çıkarıcı bilgiler ihtiva etmektedir.)

Bu sırada kardeşlerin babası İsmail’in ise farklı bir derdi vardır. Kalp hastası olan İsmail, ait olduğu sülalenin reisinin ölmesiyle en yaşlı üye olarak -içinde olduğu sefalete ve çocuklarının durumlarına aldırmadan- yeni reis olma hayaline kapılır. Ölmeden önce bu onuru yaşamak istemektedir. Reis olmanın yolu ise eski reis Gulam’ın torununun düğününde en fazla altını hediye olarak vermekten geçmektedir. Film, kardeşlerin hayatlarındaki farklı çıkmazları, anne ve özellikle baba ile yaşanan çatışmaları ve Leyla’nın sefalete ve otoriteye başkaldırısını işleyerek devam eder.

Film, doğal oyunculukları, İran’da modernite ile gelenek arasında sıkışan hayattan başarılı mizansenlerle yansıttığı manzaralar, detaylı hikayesi ve incelikli kurgusuyla akıp gider. Filmde rejimi rahatsız eden unsurlar ise ikiye ayrılır; açık olanlar ve görünenin ardında kendini hissettirenler. Açık olanlar daha filmin başından kendini hissettirir. Film, ailenin babası İsmail’in sigara içerkenki görüntüsüyle başlar ve bir fabrikada yaşanan olaylarla devam eder. Ailenin aklı başında görünen ve babaya ve otoriteye fazlaca saygılı çocuğu Alirıza bir fabrikada işçi olarak çalışmaktadır. Aylardır ödenmeyen ücretler nedeniyle işçiler fabrikada bir protesto eylemi başlatır. Olanlardan bihaber Alirıza işine devam etmekteyken kendini olayların içinde bulur. Bu duruma verdiği tepki ise protestoya katılmayıp, polis şiddetine maruz kalmamak için bir an öne oradan kaçmaktır. Film, ülkede yaşanan sefaletin, gelir adaletsizliğinin ve ekonomik sıkıntıların çeşitli görünümlerini sunarak devam eder. Ailenin zeki fakat parasızlık nedeniyle okuyamamış çocuğu Manuçer tapusu bile olmayan bir gecekonduda yaşarken sefaletten kurtuluşu iş yapma adı altındaki dolandırıcılık metotlarında aramaktadır. Büyük çocuk Perviz modern bir AVM’nin tuvaletini işletirken borçlar içinde debelenmektedir. ‘Evlilik çağı’ geçmesine rağmen anne babasıyla yaşamaya devam eden Leyla ise üzerine binen hayatın yükü ile sırt ağrıları çekmektedir.

Filmin devamında İran ve ABD arasındaki sorunlar nedeniyle İran riyalinin uğradığı değer kaybının sıradan insanların hayatında yarattığı yıkım da perdeye yansır. Kuşkusuz bunlar rejimi doğrudan rahatsız edecek açık manzaralardır. Ancak bir de dolaylı yoldan rahatsız edecek unsurlar vardır ki belki onlar daha da güçlüdür. Öncelikle Leyla rejimin arzu edeceği kadın tiplemesinin epey dışındadır. 40 yaşına gelmesine rağmen evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamıştır. Anne ve babasıyla geçimsizdir, onların otoritesine boyun eğmez. Sefaletten çıkış planında bir kadın olarak dört erkek kardeşine önderlik etmeye çalışır ve bu uğurda anne babasıyla ters düşmeyi göze alır. Kısacası kadını ikinci plana atan bir rejimde bir kadın olarak uyumsuzdur ve başkaldırır.

Kardeşlerin babası İsmail, yıllardır çocuklarından saklayıp biriktirdiği 40 altını yeni sülale reisi olabilmek için düğünde hediye etmeye niyetlidir. Bu itibarı kazanmak onun için her şeyin önünde gelir. Bunun uğruna çocuklarını aldatmayı, onların ihtiyaçlarını hiçe saymayı göze alır. Dahası onları gerektiği gibi okutamamış, bir iş kurmalarına yardımcı olamamış olmasına rağmen aile için çok değerli olan bu birikimi sadece görüntüden ibaret bir itibar mertebesi uğruna harcamaya razıdır. Bu bakımdan baba İsmail, vatandaşlarının eğitimine, ihtiyaçlarına ve fırsat eşitliğine ayıracağı kaynakları başka yerlere harcayan ve onları manevi değerleri, geleneği öne sürerek aldatan İran rejiminin bir alegorisi olarak görülebilir.

Erkek kardeşler ve onların sağduyusunu simgeleyen Alirıza babalarının bu seçimine saygı gösterirken ona tek karşı çıkan ise ailenin tek kız çocuğu olan Leyla’dır. Ancak filmin devamında Leyla’nın başkaldırısı Alirıza’yı da etkileyecek ve filmin başında fabrikadaki protestodan kaçan Alirıza fabrikaya dönerek isyanını gösterecektir. Leyla’nın isyanı ve kavgası ise sadece babayla sınırlı kalmaz, babayı savunan ve bir kadın olmasına rağmen Leyla’nın bu uyumsuz halini hor gören annesine de yönelir. Anne de yoz geleneğin ve çocuklarının arzularını ve refahını hiçe sayan baba otoritesinin bir uzantısı olarak resmedilir ki bu da epey çarpıcı ve alışılmadıktır. Leyla annesine karşı hiç sözünü sakınmazken babasıyla sert bir yüzleşmeye girmeye de cesaret gösterir. Alıştığımız kalıplar içerisinde izleyicinin babanın kızına tokat atmasıyla bitmesini bekleyebileceği bu sahnede yönetmen ve senaryo yazarı Rustayi beklentileri alaşağı eder ve paradigmayı tersine çevirir. Yüzleşme Leyla’nın babasına attığı tokatla sonlanır. İşte bu tokat itibar için çocuklarını bile hiçe sayan otoriteyi alaşağı eden eylemdir. Ve belki de İran’daki sefaletin gerçekçi manzaralarından daha fazla rahatsız etmiştir rejimi.

Film babayla başladığı gibi babayla sonlanır. Filmin içinde sıklıkla yer alan ironik ve absürt sahnelerin zirve noktasıdır bu son sahne. Perviz’in kızının doğum günü kutlaması için hazırlıklar yapılırken baba koltuğunda elinde sigarası kimse fark etmeden öylece ölüverir. Bunu fark eden ailenin saygılı çocuğu Alirıza babasının gözlerini kapatır ve elinde hala tütmekte olan sigarasından son bir nefes çeker. Müzik başlar ve Alirıza çocukların kutlama dansına katılır. Bir taraftan ağlamakta bir taraftan da babasının ölüsünün önünde müzikle dans etmektedir. Babanın, geleneksel otoritenin ölümünün karşısındaki hüzünlü kutlamadır bu. Her şeyin farkında olan Leyla olan biteni bir köşeden izler. Gözleri dolarken bir taraftan gülümser. Filmin son karesi Leyla’nın yanağından süzülen gözyaşı damlasıdır. Bütün olan biten için akan gözyaşı. Çözülemeyen dertlerimiz için. Hesaplaşamadığımız, sevmek ve ait olmak istediğimiz fakat bunun yerine bizi baskılayan ve sınırlayanlar için. Bütün bu absürt ve yıkılası düzen için. Bu dünyadaki saçma halimiz ve çıkılmayan dehlizler içindeki bedbaht durumumuz için. Babanın ardından bir gülümseme ve gözyaşı. Sinemada insan yüzünün ve onun duygu değişimlerinin büyük etkisi bir kez daha perdeye yansır ve film biter. Ama içimizde yarattığı etki sürer.

“Leyla’nın Kardeşleri”, kuşkusuz İran Yeni Dalgası’yla başlayan ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden etkilenerek ve fakat günlük yaşamın ve sıradan insanların hayatının İran’a özgü şiirsel bir duyarlılıkla beyaz perdeye yansıtarak yeni bir çığır açan İran sinemasının değerli bir örneğidir. Diğer taraftansa güçlü eleştirel duruşu ve başkaldırısıyla ileri bir tarihten geriye doğru baktığımızda saptayabileceğimiz bir dönüm noktası olma potansiyelini taşır. Rustayi İran’da cezalandırılan ilk sinemacı değildir, son da olmayacaktır. Fakat dünya ve İran sinemasında bıraktığı izin şimdiden kalıcı olacağına inanmaktayım. İran İslami rejimi altında sanatını sürdüren, dünyaya ve hayata dair felsefi ve şiirsel çıkarımlar yapan önceki kuşağın birikimi devralmış ve fakat içinde yaşadığı toplumun sefaletine, düzenin yozlaşmışlığına ve ikiyüzlülüğüne de sessiz kalmayarak isyankar bir başyapıt vermiştir. Darısı yanı başında olup bitenlere duyarsız kalmamasını umduğumuz ve gerçeklerin duyarlı ve incelikli yollarla anlatılabileceği doğrultusunda becerilerini geliştirmesini beklediğimiz bizim sinemacılarımızın başına.

Rustayi’nin filmi maalesef İran rejiminin kısıtlaması sonucu Oscar ödüllerinde İran adına yarışamayacak. Ancak yönetmenin aldığı cezanın da uyandırdığı tepki ve tanınırlıkla dünya bu filmi izlemeye devam edecek. Bir taraftan sinemaya destek veren diğer taraftansa sinemacılarını cezalandıran çelişkiler ülkesi İran’da görmezden gelinemeyecek toplumsal ve sanatsal değişimler olmakta. Sanat belki ülkeleri değiştiremez ancak değişimin diline tercüman olabilir. Belki düzeni deviremez ancak yüzüne sağlam bir tokat atabilir. Rustayi’nin özgürce yeni filmler üretebilmesi umuduyla…

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *