Bergman, “Bakire Kaynak”ı hiçbir zaman büyük başarıları arasında görmedi. Otobiyografik kitaplarında bu filmden pek bahsetmedi. Ancak bu filmle 1961 yılında kazandığı en iyi yabancı film Oscar’ının kariyerine epey yardım ettiği de göz ardı edilemez. “Bakire Kaynak” Bergman’ın senaryosunu kendisinin yazmadığı nadir filmlerden birisi. Filmin senaryosunu, saygın bir roman yazarı olan Ulla Isaksson bir 13. Yüzyıl İsveç ‘balad’ından uyarlamıştır. Film, İsveç’in paganizmden Hristiyanlığa geçmekte olduğu bir dönemde geçer. Paganizm-Hristiyanlık çatışması filmin bütününde kendisini hissettiren ana öğelerden birisidir.
Film, ailenin üvey kızı olan Ingeri’nin sabah ateşi yakmasıyla başlar. Kadrajı ateş kaplar. Pagan inancında önemli yer tutan üç simge; ateş, su ve toprak film boyunca önemli yerlerde belirecektir. Ingeri, ateşi yaktıktan sonra göğe bakarak kuzey panteonunun ana tanrısı Odin’e dua eder. Yanında yaşadığı Hristiyan aileden gizlice eski pagan inancını devam ettirmektedir. Bir sonraki sahnede ise Bergman filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu, Yedinci Mühür’ün şövalyesi Max Von Sydow’un canlandırdığı baba Töre ve anne Märeta duvarda asılı çarmıha gerilmiş İsa figürü önünde dua ederler. Bu iki sahneyi art arta koyarak Bergman daha filmin başından ana motifi belirlemiştir.
Filmin genelinde hikaye sade ve basittir. Karakterlerin tanıtımı, bir ana olay ve sonuçlarından ibarettir film. Yan olay örgüleri, yan karakterler yoktur. Ancak filmin başarısı sinematografisinde ve özenli detaylarda yatar. Bergman bu filminde ilk defa görüntü yönetmeni Sven Nykvist ile çalışır. Nykvist’in de filme pek çok şey kattığını, doğal çekimleri ve etkileyici siyah-beyaz kadrajlarıyla filmi zenginleştirdiğini söylemek gerek. Netekim Nykvist bundan sonra pek çok filminde Bergman’la çalışmaya devam edecek, Bergman’ın başyapıtı Persona’nın da görüntü yönetmenliğini yapacaktır.
Filmdeki her detay ince ince düşünülmüştür. Ailenin hayatta kalan tek çocuğu Karin biraz şımartılmış, evlenme çağına yaklaşan naif bir kızdır. Hristiyan değerleri içinde büyütülmüş, belli ki çiftlik dışındaki yaşamı fazla görmemiştir. Filmde özellikle vurgulandığı üzere bekaretini saklamış ve iyi bir taliple evlenmeyi beklemektedir. Ailenin üvey kızı Ingeri ise pagan inancını gizlice sürdürmenin yanı sıra evlilik dışı bir çocuğa hamiledir. Karnındaki çocuğun babasının kim olduğunu film boyunca bilmeyiz. Karin ‘şerefi’ ile evlenip evinin kadını olacağı günü beklerken Ingeri evlilik dışı bir çocuğa sahip olacaktır. Ingeri ve Karin tam bir zıtlık içindedir. İki ayrı kutuptadırlar. Kahvaltıdan önce Hristiyan Tanrı’sına dua edilirken Ingeri sessiz kalır. Karin ise aile evinin kurallarını şımarıkça esneterek kahvaltıya gelmemiş, uyumaya devam etmiştir. Erken kalkıp ateşi yakan, ev işlerini gören Ingeri ve herkes kalkarken yatağında rahat uykusuna gömülen ve hizmet edilen konumda olan Karin karşıtlığı bize artık evin üvey çocuğu haline gelen paganizm ve özenle üstüne titrenen yeni inanç Hristiyanlık arasındaki konum farkını belirtir.
Karin’e kiliseye mumları götürme görevi verildiğinde Ingeri de ona eşlik etmesi için görevlendirilir. Karin en güzel elbiselerini giyerken, Ingeri ev işlerini yaptığı pasaklı giyim kuşamını devam ettirir. Ingeri filmde diğer karakterler tarafından ‘vahşi bir kedi’ye benzetilir. Yeni yerleşen Hristiyan kültürüne göre vahşidir o, pagandır; doğaya, yeryüzüne yakındır. İçgüdülerini kısıtlamadan yaşar. Süperegosu eksiktir. Diğerleri ise Hristiyanlığın getirdiği uhrevi kuralların dayatmaları altında yaşamaya başlamışlardır.
Karin ve Ingeri atlarına binip kiliseye doğru yola çıkarlar. Anlarız ki Ingeri içten içe Karin’i kıskanmakta, kendi dışlanmışlığının ve hakir görülmesinin karşısında Karin’in saf ve temiz konumuna öfke beslemektedir. Paganizmden Hristiyanlığa geçilirken gerçekleşen bu değer değişiminin ortaya çıkardığı çelişkiler böylece belirtilir. Ingeri’nin içindeki tepki aslen insanın arzularını ve vahşi yanını baskılayan ve hor gören Hristiyan değerlerinedir. Ormanın girişine geldiklerinde Ingeri korkar, ormandan geçmek istemez. Aslında bir anlamda Ingeri, Karin için korkar. Orman, vahşiliğin, insanın kurduğu yapay kültürün öncesine ait olan ilkselliğin simgesidir. Orada Karin’in değerleri, kültürü, bakireliği, saflığı bir anlam ifade etmez. Ancak yine de Karin, Ingeri’yi ormanın girişindeki kulübeye bırakarak kiliseye doğru yoluna devam eder. Karin, kulübenin sahibi olan adama o dönene kadar Ingeri’ye göz kulak olması için güvenmiştir. Karin’de herkese karşı temelsiz bir güven duygusu vardır. Herkesin onun içinde yaşadığı değerlere saygı duyacağını ve öyle davranacağını tahayyül eder. Ingeri ise insanın içindeki vahşiliğin ve kötülük potansiyelinin farkındadır.
Kulübedeki yaşlı adam da Ingeri’yi ona gösterdiği garip tılsımlarla ve büyü inancıyla korkutur. Ingeri kulübeden kaçarken Karin de ormanda keçi çobanlığı yapan üç erkek kardeşle karşılaşır. Küçük bir çocuğun yanında dilsiz bir adam ve onun kardeşi Karin’i karşılarlar. Karin onlarla sohbet eder, dahası durup yemeğini bölüşür. Ancak kardeşler Karin’e tecavüz edip onu öldürürler. Karin’in heybesinden dökülen kilise mumlarının üzerinde hunharca tepinmeleri yine bir inanç çatışmasının simgesidir. Tecavüz ve cinayet gerçekleşirken kulübeden kaçıp gelen Ingeri aslında bütün olayı ağaçların arkasından izlemiştir. Eline bir taş almasına rağmen hiçbir şey yapamaz. Belki de yapmak içinden gelmez. Karin’in aptalca bulduğu ve içten içe kıskandığı saflığının lekelenmesini izler.
Filmin bundan sonrası ise bir intikam ve günah hikayesidir. Katiller tesadüfen soğuk geceden korunmak için Karin’in ailesinin evine sığınır ve Karin’den çaldıkları elbiseleri onlara satmaya çalışırlar. Baba ise kızının tecavüze uğrayıp öldürüldüğünü anladığında acımasızca intikamını alacak, hatta pek bir suçu olmayan küçük kardeşi de öldürecektir. Baba Töre, bu intikamda Hristiyan değerleriyle bir çatışma yaşasa da kaybettiği şey o kadar büyüktür ki onları bağışlayamaz. Daha sonra Karin’in cesedini bulduğunda buna izin veren Tanrı’ya isyan etse de hemen ardından yaptıkları için af diler ve cesedin olduğu yerin yanına kendi elleriyle Tanrı için taştan bir kilise dikmeye ant içer. Ancak bu yolla inancını devam ettirecek ve kendisini iyi bir Hristiyan olarak hissedecektir. İnsanın vahşi içgüdülerinin ve inancının arasındaki çelişkiye düşen Töre bu yolla bir çözüm arar. Yerde yatan Karin’in başının altından topraktan su fışkırmaya başladığında herkes bu mucize karşısında diz çökerken, toprak ve su adeta eski çağlara ait inanışları da hatırlatır.
Mucizevi sonu Bergman filmografisi içinde belki biraz aykırı ve basit kaçsa da, Bergman bu siyah-beyaz estetikteki, sade yapıtında inanç konusunu derinlemesine irdelemiş, gerek paganizm ve Hristiyanlık arasındaki gerekse insanın içgüdüleri ve onları baskılamaya çalışan inancı arasındaki çelişkileri işlemiştir. Bir taraftan da film gerek Bergman’ın görüntü estetiğini gerekse daha fazla insan psikolojisine eğilmeye yönelen yaklaşımını geliştireceği sonraki kariyeri için önemli bir basamak olmuştur.
Be First to Comment