Betondu her yer. Ölü betonlar kaplamıştı her tarafımızı. Ve bu soğuk betonlar gibi ölüydü ülke. Savaş çığlıkları kulaklarımızı tutsak etti, kan ve barut kokusu burunlarımızı. Ağzımda ağır bir paslı demir tadı, acıydı. Artık ölülerimizi bile toplayamaz olduk, uçaklar tabutlar için kalktı içinde geriye kalan parça pinçik bedenlerle. Ölüm kokuyordu bu ülke. Soğuk, ıssız, karanlık. Kahrolsun, şu kahrolsun, bu kahrolsun, bize karşı olan herkes kahrolsun ve bütün hainler için idam sehpaları kurulsun. Şöyle güzel bir idam izlemeyeli çok oldu, şöyle güzel bir linç yapmayalı çok oldu. Söyleyin salsınlar köpekleri sokağa. Bu ülkede taşlar bağlı.
Mesele hiçbir zaman basit değildir; ancak basitleştirerek ve soyutlayarak anlatmak gerekir bazı meseleleri ki -dışarıda bırakılan ne kadar fazla olursa olsun- anlatılanın ehemmiyetinden ileri gelir bu basitleştirme ve sadeleştirme gerekliliği. Orwell’in 1949 yılında yayımlanan meşhur eseri ‘1984’ ve Michael Radford’un yine 1984 yılında eserden uyarlayarak çektiği film de biraz böyle bir gereklilikle hareket ediyor. Kitaplarına imza attığı adıyla George Orwell, gerçek adıyla Eric Arthur Blair, Büyük Britanya’nın sömürgeleştirdiği topraklara dahil olan Bengal’de dünyaya gelmiş bir İngiliz vatandaşıydı. Öğrenimini İngiltere’de aldı, işçi sınıfını yakından tanıdı. Britanya sömürgesi olan Burma’da polis teşkilatında görev aldı, emperyalizmin iç mekanizmalarını deneyimledi. Daha sonra İspanya İç Savaşı’nda Franco faşizmine karşı savaş vermek için İspanya’da bulundu. Ve ikinci dünya savaşının ölüm dolu günlerini gördü. Kanı, barutu, vahşeti en yakında tecrübe ettiği bir çağda yaşadı.
Gerek bu hayatın deneyimlerinden gerekse politik yönelimlerinden ötürü yazmak, Orwell için sadece sanatsal bir uğraş değildi. Yazılarıyla, kitaplarıyla gerek yaşadığı güne, gerek geleceğe dair toplumsal bir eleştiri yapmayı ve fikirlerini aktarmayı amaçladı. Yazarın totaliter rejimlerin insan üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu ve insan psikolojisinin baskı düzeni içerisinde nasıl bir hal aldığını anlatan romanı ‘1984’, distopyacı bir bilimkurgu eseri sayılabilirse de daha çok insana ve toplum düzenine dair bir politik eleştiridir. Eserin zamanı ve mekanı kurmacadır, ancak bu durum güne dair eleştirileri bir soyutlamayla, basitleştirerek önemsenen noktalara daha şiddetli parmak basarak anlatmanın yoludur. Netekim, muhtemeldir ki ‘1984’ adının seçilmesi 1984 yılında dünyada meydana gelebilecekleri anlatmak gayesinden değil, kitabın yazıldığı yıl olan 1948’in son iki rakamının yer değiştirilmesiyle elde edilmesindendi. Yani basit bir ironi, bir tersten anlatım. Zaten diyebiliriz ki çok büyük bir oranda, bilimkurgu türü, geleceğe dair tahminler, öngörüler yapmaktan çok günümüze dair fikirleri bir soyutlamayla anlatmanın yoludur. Zaten bana göre hemen hemen bütün eserler bir yerde güne dairdir; ister tarihi, ister fantastik isterse bilimkurgu olarak adlandırılsın. Bir eseri ölümsüz veya uzun ömürlü yapan da kendi zamanına ve coğrafyasına dair olup olmaması değil, anlattığı her ne olursa olsun konusunu anlatırken insanlığın pek de değişmeyen temel meselelerine değinebilmesidir. İşte güncele dair bir meselesi olan Orwell’in eserleri de böylece kendi amacını da aşarak bugün de raflarda yerlerini buluyorlar.
Yine Britanya İmparatorluğu’nun sömürge topraklarında bulunan Yeni Delhi’de doğmuş başka bir İngiliz vatandaşı; Michael Radford, eserin adıyla aynı senede, 1984’te kitabı filme uyarladı. Sinemanın görselliğiyle bir araya geldiğinde, Radford’un başarılı anlatımı ve başroldeki John Hurt’un unutulmaz oyunculuğuyla başarılı bir uyarlama ortaya çıkmıştı. Edebiyattan sinemaya uyarlama yapmak her ne kadar zor bir zanaat olsa da ‘1984’ün belki sinemaya uyarlanmaya en uygun eserlerden olduğunu ve hatta mutlaka uyarlanması gereken bir eser olduğunu söyleyebilirim. İktidarın gözünün, filmdeki adıyla toplumun büyük liderini ifade eden ‘Büyük Birader’in her an herkesi izlediği, gözetlediği ve medya araçlarıyla insanların sürekli bir iktidar propagandasına maruz bırakıldığı bir sistem vardır kitapta anlatılan ülkede. Görmeye, görülmeye, görselliğin gücünü kullanan propaganda aygıtlarına, her yeri gören bir gözün gözeticiliğine hapsedilmiş insanlara dair bir hikayenin görsel bir sanat olan sinemaya aktarılmasından daha doğal bir şey olamazdı herhalde. Zaten eser daha önce de sinemaya uyarlanmış, ancak Radford’un uyarlaması kadar başarılı olamamıştı. Sinemanın olanaklarının gelişmesi de kuşkusuz 84’teki uyarlamanın başarısına katkı sağlamıştır. Ve günümüzde de ‘1984’ün yeni bir uyarlamasının yapılacağı haberleri duyuluyor. Bize de umarız bu eserden sadece günümüzün teknolojik olanaklarından faydalanan havalı bir gişe filmi değil, fikirlerinin özünü yansıtan bir uyarlama ortaya çıkarırlar demek düşüyor.
Radford’un uyarlamasına dönersek, yıkık dökük, ruhsuz, karanlık binalar ve sokaklar, sürekli bir tedirginlik hissi veren mekanlar, renklerdeki soluk ve soğuk tonlar eserin atmosferini başarıyla kurar. Dışses kullanımıyla birleşen sahneler ve iç dünyaya dönen rüya sahneleri, baskıyla kuşatılmış bir dış dünyada yaşayan insanın, gerçekliği, huzuru, yaşamı ancak içinde arayabilmesini sinema dilinin olanaklarıyla yansıtır. Filmin en ağır yükünü omuzlarında taşıyan başrol oyuncusu John Hurt ise filme ruhunu verir. Izdırap dolu, zayıf ve yorgun yüzü bize bakışlarıyla da çoğu şeyi anlatır.
Bir bilimkurgu filmi olarak ele alındığında filmin çekildiği zamanın çok ötesinde bir teknoloji yer almaz filmin dünyasında. En farklı ve önemli teknolojik unsur insanları her an gözetleyebilen ekranlardır. Bu bakımdan ince bir tür ayrımına gidersek bu film bilimkurgudan çok distopya türüne ait sayılabilir. Teknolojinin gelebileceği noktayı değil toplumun dönüşebileceği bir hali anlatır. Bildiğimiz anlamdaki günlük gerçeklikte geçmeyen, gerçeklikten esinlenen fakat derdini kurduğu temsili dünya üzerinden anlatan romanın filme başarılı bir görsellikle uyarlanması hikayeyi daha elle tutulur hale getirmiştir.
Bu noktada, ‘1984’ün uyarlamasına değinirken Orwell’in eserlerinden yapılan uyarlamalarla ilgili mümkün bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek gerektiğini düşünüyorum. ‘1984’ özelinde; tek tip üniformalar, tek tip yaşam standartları, kitabın yazıldığı dönemin Stalin Rusyası’nın kendi içinden çıkan muhalifi Troçki’yi andıran şeytani muhalif Goldstein ve iktidar partisinin adının kısaltmasının INGSOC (İngiliz Sosyalist Partisi) olması da dahil olmak üzere birçok detay eserin bir komünizm eleştirisi olarak algılanmasına kapı aralıyor. Özellikle eserin uyarlanmasının soğuk savaş dönemine denk gelmesi kapitalist dünyanın eserdeki eleştirileri, algılarda sadece komünist ülkelerin totaliter düzenlerine dairmiş gibi göstermesine yol açtığı malum. Ancak mesele bu kadar basit değil. Öncelikle, Orwell’in yaşadığı çağda Hitler ve Stalin gibi iki büyük otoriter liderin oluşturduğu örnekler batı ülkelerinin sistemlerini ve kendi lehlerine olan dünya pazarlarının ve kaynaklarının paylaşımını tehdit etmekteydi. Orwell totaliter ve faşizan bütün yönetimlere karşıydı. Kendisi sosyalizm yanlısı olmakla beraber, emperyalist ve kapitalist olsa da insanların göreceli bir özgürlüğe sahip olduğu bir Britanya’yı, otoriter Stalin’in Sovyetleri’ne tercih edecekti kuşkusuz. Yoksa Orwell yazdığı fikir yazılarında, İngiliz emperyalizmini ve yöneticilerini ağır bir dille eleştirmekte ve kapitalist sistemin kaçınılmaz olarak yol açtığı krizler ve savaşlar sonrasında çökeceğine inanmaktaydı. Yani basitleştirme bir anlatım metodu olarak faydalı olsa da izleyenin her gördüğünü en basit anlamıyla yorumlaması pek de isabetli sonuçlara yol açmayabilir; dahası eserin anlamı çarpık biçimde anlaşılmış olur. Orwell basit bir Stalinizm eleştirisi yapmayı değil, toplumun totaliter, baskıcı bir düzene nasıl evrilebileceğini ve baskıcı rejimlerin gerçek yüzünü, böyle bir rejimin ve onun içindeki insanın gerçek doğasını anlatmayı amaçlamıştı herhalde. Yoksa bu rejimin şu veya bu ideolojiyle kurulması değildi mesele.
Yakın tarihimizde de Batılı ‘özgür dünya’ güçleri tarafından demokrasi ve özgürlük vurgusuyla otoriter sistemlere savaş açılırken dünyanın bir yalan sarmalına sürüklendiğini gördük. Hatta özgürlük ve demokrasi kelimeleri o kadar kirletildi ki artık bir şey ifade etmez hale geldiler. Şimdi dünyanın pek çok yerinde farklı farklı şekillerde özgür insanlar; tüketmekte, köle gibi çalışmakta ve satranç tahtasındaki bir piyon gibi sürüldüğü cephelerde ölmekteler. Yine de akılcı düşünceyi çıkarcı bir pragmatizmle birleştirmeyi başaran ve göreceli olarak insanlara kişisel hayatlarında daha özgür bir yaşam sunabilen ‘gelişmiş’ ülkelerin orta ve üst kesimleri bu durumlardan biraz daha müstesna durumda. Belki insanlık garip bir ara dönem yaşıyor şimdi ve herhalde yolunu aramaya devam edecek. Göreceğiz ve büyük kısmını da göremeyeceğiz. Fakat, eserde yüksek bir dozda anlatılan insanın manipülatif propaganda ve sürekli onu izleyen, kontrol eden, ne düşüneceğine ve hisseceğine dahi karar veren bir sistem içindeki halleri, günümüzdeki insana dair de çok şey anlatıyor. Bu insanlık hallerini görece ‘özgür’ dünyadaki insanlar da farklı farklı dozlarda hayatlarında yaşıyorlar. Bu nedenle belki de şöyle demeli bu eser için: Kitle toplumu çağında insanın düzen ve iktidar karşısındaki acıklı halinin ve dahası iktidarın ve gücün de gerçek doğasını, insan-iktidar ilişkisindeki tehlikeleri en sade ve doğrudan biçimde anlatan eser bu. Bu yüzden hala raflarda, bu yüzden bu eserden uyarlanan film hala izleniyor ve bu yüzden hala fazlasıyla güncel.
Filme gelirsek; film başlamadan önce ekranda iki cümle beliriyor: “Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder. Şu anı kontrol eden, geçmişi kontrol eder.” Bu cümlelerin anlamına yazının ilerki kısımlarında filmden örneklerle değineceğiz. Sonrasında perde, iktidarın bir propaganda filmiyle açılıyor. Günümüzde de gördüğümüz coşkulu siyasi propaganda filmlerine pek benzer bir şekilde ülkenin coğrafyasını, sıradan insanlarını destansı bir havada bir araya getiren ve öven bir propaganda filmi. Ülke: Okyanusya. Ve savaşılan ortak düşman karşısında birleşen bir halk. Ortak düşman: Avrasya. Orwell, geniş kitleler üzerinde, coşkulu ve kahramanlık duygularıyla beslenen bir milliyetçilik propagandasının Hristiyanlıktan veya sosyalist eşitlik idealinden daha etkili olduğunun farkındaydı. Bu milli duygular ortak bir düşman vurgusuyla beslenince insanlar üzerindeki büyük etkisine ulaşıyordu.
Propaganda filminde, düşman barbar, duygusuz, acımasız ve vahşi olarak resmedilir. Düşman sanki insan değildir, karşı tarafla en küçük bir empati kurulması istenmez. Böylece rahatça atılır savaş çığlıkları ve kitleler toplu bir histeriye sürüklenir. Ve bir dış düşman içerdekileri bir araya getirmek için gerekliyken bir de iç düşman, amansız şeytani bir sistem düşmanı, bir hain gereklidir. Böylece herkes birbirinden şüphelenir, insanlar hain damgası yeme korkusuyla iktidara tamamen boyun eğer. Bu iç düşman ise herkesin ortak biçimde nefret ettiği muhalif ve hain lider Goldstein’dir. Onun yüzünü ekranda görmek bile kitlenin toplu bir öfke nöbetine girmesi için yeterli olur. Aslında arka planda konuşmaları duyulan Goldstein, iktidarın bahsettiği savaşın gerçek olmadığını, savaş bahane edilerek kitlelerin kölelere dönüştürüldüğünü iddia etmektedir. Günümüzde de bu kavramlar pek tanıdık bize; ölesiye nefret edilen iç ve dış düşmanlar, ortak düşman, ortak tehlike, kitleleri bir arada tutan mükemmel harç. Böylece sürekli korku içinde ve tehdit altında hissettirilen, milliyetçi savaş ve kahramanlık hikayeleriyle de sürekli yapay bir coşku ve birlik duygusu içinde tutulacak olan toplum, ülke içindeki meseleleri, iktidarın başarız yönetimini ve dahası kendi hayatlarının sefil, mutsuz ve güvensiz halini göremez olacaktır. Propaganda filmi biter. Ve bıyıklı, haşin bakışlı liderimizin yüzü kaplayınca ekranı, herkes huşuyla ayağa kalkar, -ver alttan müziği- gözler dalar, kalpler dolar. Neyse ki ‘1984’ün ‘Büyük Birader’i pek konuşmuyor, sadece çatılmış kaşlarıyla bön bön bakıyor bize. Bir de iyi şiir okuduğunu falan zannetse bu tören daha da içler acısı bir hal alabilirdi. Aslında, film boyunca liderin yaşadığına dair tek bir fotoğrafının dışında en ufak bir emare de yok. Bu bakımdan filmin derdi siyasi kişileri irdelemek değil. Gerçekliğin yerine yaratılan algının önemine dikkat çekiliyor film boyunca.
Okyanusya’nın devleti, totaliter bir parti devletidir. İç Parti, partinin yönetici pozisyonundaki üst düzey üyelerinin bulunduğu kısma, Dış Parti ise partinin sıradan üyelerinin yer aldığı büyük bölümüne verilen isimdir. Filmin başkahramanı Winston Smith bir Dış Parti üyesidir. Propaganda yazılarıyla dolu gazeteleri inceler ve haberlerde iktidarın lehine propagandayı geliştirecek düzeltmeler yapar. Tek devlet, tek parti, tek millet, tek bayrak vs.nin yanında tek sesli basın da vardır. Ekranlar ve gazeteler hep bir ağızdan aynı propaganda haberlerini tekrarlarlar. Burası sabah akşam propagandadan başka hiçbir şey dinlemesine, okumasına ve düşünmesine izin verilmeyen insanların yaşadığı, sahte istatistikler ve rakamlarla halkın gözünün durmadan boyandığı ve ülkede her zaman her şeyin iyiye gittiği algısının iktidar eliyle yaratıldığı baştan sona bir propaganda dünyasıdır.
Halbuki işe gidip gelirken bile etrafına baksa birisi, görecektir halkın fakir olduğu, duvarların sıvalarının döküldüğü, savaş, ölüm ve yıkım dolu gerçek dünyayı. Ama haberler hep tersini anlattıkça, savaş milli bir mecburiyet, ön cephelerde savaşmak ve ölmek ise bir ayrıcalık olarak sunuldukça, gözlerin bir an olsun gerçeğe açılmasına izin verilmez. Gündelik yaşamın bir parçası haline gelen savaş, propagandanın da baş köşesindedir. Kaç esir alındığı, kaç tank, kaç top, kaç tüfek üretildiği ve cepheye sevk edildiği, türlü türlü rakamlar gururlanacak bir mesele gibi duyurulur. Okyanusya’da idam da vardır. Muhalifler, daha doğrusu hain terör örgütü üyeleri, düşünce suçluları, toplu halde idam edilir. İdamlar halkın zevk aldığı seyirlikler ve toplu öfke kusma seansları haline gelmiştir. Böyledir Okyanusya’da günlük yaşam.
Toplum sınıflıdır. Dış Parti ve İç Parti üyelerinin dışında bir de toplumun sayısal olarak büyük kısmını oluşturan Proleterya sınıfı vardır. Proleterya her ne kadar sayısal olarak çoğunluktaysa da önem olarak en alttadır. Parti onları ekranlar aracılığıyla gözetlemeye tenezzül bile etmez. Aslında filmde Proleterya kısmı hemen hemen hiç işlenmemiştir. İzleyici bu eksikliği ancak kitaptaki bilgilerden kapatabilir. Fakat Proleterya sınıfının durumunu tam anlamadıkça Orwell’in kurduğu dünyayı ve toplum yapısını da tam olarak anlamak pek mümkün değil. Bu nokta, filmin bir eksiği olarak göze çarpıyor. Metro Goldwyn Mayer bu kadarına izin veriyordu herhalde. Kitaba göre Proleterya, toplumun yüzde 85’ini oluşturur. Vasıfsız veya düşük vasıflı iş gücü olmak, üremek ve cephede ölmekten başka bir şey beklenmez onlardan. Yoksul, sefil bir halde, temel ihtiyaçlarını ancak karşılayabilecek şekilde yaşamalarına izin verilerek, propagandanın basit yöntemleriyle idare edilirler. Devlet, proleterlerin oyalanması için makineler aracılığıyla anlamsız eğlenceler üretir (popüler şarkılar, romanlar ve hatta pornografi). -Bu noktada Orwell, kitle kültürünün ulaşacağı büyük gücü öngörmüştü diyebiliriz.- Proleterlerden farklı olarak parti üyeleri tek tip giyinir ve cinsellikten uzak yaşarken proleterler için giyim ve cinsellik serbesttir. Dış Parti ve İç Parti üyeleri onlarla temas etmez, onların yaşadığı bölgelere gitmez. Kısacası, idare edilmesi, güdülmesi gereken bir insan kaynağı, bir insan deposudur proleterler. Zihinlerinin yoğun bir baskı ve kontrole ihtiyaç duyulacak kadar bile gelişmesine izin verilmez onların. Akıl ve gerçek üzerine yapılan manipülasyonların ve kontrolün asıl hedefi parti üyeleridir, onların bir an olsun rasyonel aklın gözlüğüyle dünyaya bakmasına izin verilmemelidir.

Bu bol hainli, bol düşmanlı ve her yeri bıyıklı liderin dev posterleriyle bezeli ülkede, bir Dış Parti üyesi olan Smith, sıkı kurallar altında yaşar. Ama bir farklılık vardır Smith’de. Gözlerinde bir yabancılık. Gerek işte, gerekse evinde, büyük liderinin yüzünün kapladığı ekranın ardındaki kamera tarafından izlenir. Ancak evde kameranın görmediği duvarda, bir tuğlanın ardında bir defter saklıdır. Dışarıdan kuşatılmış bir yaşam yaşamak zorunda olan bir adamın içini dökebildiği tek yerdir bu defter.
Filmde, şu satırları not düşer Smith defterine ve kendi sesinden dinleriz: “4 Nisan 1984… Düşünüyorum… Geçmişe… Ya da geleceğe… Düşüncenin özgür olduğu bir çağa… Büyük biraderin zamanından… Çiftdüşün çağından… Ölü bir adamdan… Selamlar!”
Ölü bir adam. Özgür olmayan, sadece kendine biçilen yaşamı yaşayan birisi Smith, o yüzden mi ölü…
Parti haykırır: Savaş Barıştır. Özgürlük Köleliktir. Cahillik Güçtür.
Çiftdüşün çağı… Orjinal adıyla “Doublethink”. Böyle bir şeydir işte. Zıt kavramlar birbirleriyle, yanlış doğruyla, yalan gerçekle yer değiştirir. Ve çiftdüşün, bütün parti üyelerinin ruhuna işlemiş köklü bir riyakarlıktır. İnsanın gerçeği sezse veya bilse dahi bunu inkar etmesi ve iktidarın faydası, devamı ve propagandası uğruna uydurulan yalanlara inanmasıdır. Bir tarafta gerçek, bir tarafta yalan, ikisi aynı anda insanın içinde. Kafanın içinde oynanan bir riyakarlık oyunu. Ancak böyle mümkün olur bu yalan iktidarını sürdürmek; topluca kabullenilen bir riyakarlıkla. Parti böyle diyorsa ve herkes böyle düşünüyorsa artık gerçek kimin umrundadır ki. Gerçek, ölmüştür.
Parti üyeleri için aile kurmak ve cinsellik de yasak kapsamındadır. Cinsel zevk bile iktidarın gücünün dışında bir özgürlük alanı olarak görülür ve yasaklanır. Aileden de yoksun bırakılarak iyice yalıtılan, yalnızlaştırılan üyeler kolayca manipüle edilecektir. Özellikle gelişmiş Batı toplumlarında ve az gelişmiş toplumların da şehirli ve eğitimli kesimlerinde bugün böyle bir mekanizmanın kısmen işlediğini söyleyebiliriz. Yalnızlaştırılmış bireyler, uyumlu, orta sınıf tüketiciler, beyaz yakalı köleler. Diğer taraftan ailenin varlığı da özgür düşünce için bir garanti değil. Geleneksel bir sessizliğin ve riyakarlığın içine işlediği aile yapıları bir araya geldiğinde, yine boyun eğen büyük kitleleri oluşturabiliyor. Yine de burada Orwell’in Dış Parti üyeleriyle özellikle toplumun düşünme kapasitesi daha yüksek bir kesimini kast ettiğini de unutmamak gerekli.
Smith, kendisine gizli bir davet gönderen bir başka parti üyesi Julia’yla gizlice buluşarak bir kuralı daha çiğner ve Julia ile bir ilişki yaşamaya başlarlar. Şehirden, ölü soğuk betonlardan uzakta, alabildiğince ufka kadar uzanan yeşil düzlüklerin olduğu, doğa içinde bir yerde buluşurlar. İşte bu yer, artık Smith’in iç dünyasında, rüyalarında kaçacağı ve huzuru arayacağı, özgür hissedeceği tek yer olacaktır. Film, bu mekanı bu şekilde kodlar ve hikayenin devamında da bu imgeyi tekrar tekrar kullanır.
Filmin anlattığı totaliter dünyanın merkezinde ‘Büyük Birader’ imgesi yatıyor. Her şeye kadir, her anı gören, saygı duyulması, itaat edilmesi ve dahası sevilmesi gereken büyük lider. Propaganda yayınlarını göstermenin yanısıra diğer işlevi de parti üyelerinin her anını gözetlemek olan ekranlarda liderin yüzü ve sert bakışları yer alır. Burda da esas mesele teknolojik bir denetimden çok psikolojik bir tahakküm olsa da Orwell’in başka bir öngörüsü, kitle iletişim araçlarının teknolojiyle birlikte ulaşacağı büyük denetim gücü söz konusu. Günümüzde de artık alışıp bu gerçeği unutsak da her an gözetim altındayız. Güvenlik bahanesiyle özel yaşamlarımızın her noktası, kameralar ve internetin kontrolü vasıtasıyla gözetime açık. Ve sıradan bir insanın ne kadar uzak durmaya çalışsa bile gece gündüz ekranlardan ve türlü yayın organlarından gözlerimize ve kulaklarımıza, oradan da aklımıza sızmaya çalışan türlü propaganda ve reklamdan kaçınması hemen hemen imkansız. Bu güçlü araçların kontrolü totaliter eğilimli bir iktidarın eline geçtiğinde ve toplum sessiz ve pasif kılındığında, sistemin ‘1984’teki kadar abartılı olmasa da benzer bir yere varma kapasitesi her zaman mevcut. Evet bu teknolojileri muhalif hareketler de kullanabiliyorlar ama bunun devletin gücüyle kıyaslamanması da pek mümkün değil. Yine de gerçek hayattaki hiçbir gelişmenin tek taraflı ve basitçe açıklanacak biçimde yaşanmadığını belirtmeliyiz. Teknoloji bir araç, diğer bütün araçlar ve sistemler gibi kullanımı ve denetimi sonucu belirliyor. Bu bakımdan önemli olan bireylerin doğru bir anlayış geliştirmesi; bu ise ancak detaylı bir bilgilenme ve akılcı bir düşünme süreci sonrası mümkün. Ve fakat işte burada meseleyi basitleştirmekle itham ettiğimiz anlatının da merkezindeki mevzuya geliyoruz. Bilgilenme kanallarınız kapatılmış ve hatta yanlış ve manipülatif bir bilgilendirme bombardımanı altında yaşıyorsanız ve çevrenizde işleyen bütün sistemler insanı akılcı düşünceden ve düşünme kabiliyetinden uzaklaştırmayı amaçlıyorsa; işte o zaman ne doğru kalır orada, ne gerçek, ne de özgürlüğün en ufak bir kırıntısı. Karanlığın en büyüğü, eski kitapların bahsettiği şeytan orada hakim olmuş demektir. Ne tek tip elbiseler, ne havalı tüketim mamüllerinin yoksunluğu ne de kaç kanal izlemenize izin verildiğidir mesele. Meselenin özü budur. Bu öz de ‘1984’te mevcuttur. İşte bu bakımdan eserde, soğuk savaşın ideolojik kavgasına meze edilecek bir eleştiriden öte bir yanı vardır, bütün sistemlere ve bütün zamanlara dair bir yanı. İnsanın ‘gerçek’ten, ‘doğru’dan, özgür ve akılcı düşünceden koparılmasının nasıl mümkün olduğu, bireyin varlığını nasıl yok edilebileceği ve toplumların nasıl felaketlere sürüklenebileceği meselesi.
Filmin devamında bir iş çıkışı Smith, aslında girmemesi gereken proleter mahallelerinde merakla dolaşırken bir antikacı dükkanına rastlar. Dükkanın üst katında bir yatak odası eski eşyalarıyla hiç bozulmamış halde durmaktadır. Bu oda dükkan sahibinin vefat eden karısının odasıdır ve adam odayı o günden beri olduğu gibi muhafaza etmiştir. İsterse burayı kiralayabileceğini söyler. Bu fikir Smith’in hoşuna gider. Antika dükkanındaki eşyalar ‘savaş’ öncesi, yani ‘parti’ öncesi dönemdendirler. Smith ve diğer parti üyelerinin evlerinde tekdüze, az sayıda işlevsel mobilyalar vardır. Buradaki eşyalar ise eskiyi, başka bir yaşamın var olabildiği bir zamanı hatırlatır. Küçük süsler, farklı bir estetik, belki küçük bir özgürlük duygusu. Farklı bir dünyanın tekrar var olabileceği düşünü canlandırma potansiyelini taşır belki bu eski eşyalar.
Film başlamadan önce ekranda beliren cümlelerin anlamı işte burada saklıdır. “Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder. Şu anı kontrol eden, geçmişi kontrol eder.” İktidar elindeki güç sayesinde kuşkusuz şu anı kontrol etmektedir. Ve kontrol ettiği sınırsız propaganda araçlarıyla geçmişi de yeniden kurar. Bugün iktidarın çıkarı için nasıl bir geçmiş anlatısı gerekliyse bunu yaratır ve topluma bunu dayatır. Toplumu hatıralarındaki geçmişi unutacak noktaya getirir. Ve silinenin yerine kendi arzu ettiğini koyar. Böylece gelecek de onun olacaktır.
Tarih, manipülasyona en açık alandır belki de. Geçmiş, gücü elinde bulunduran iktidarca baştan yazılır, manipüle edilir ve iktidarın bugünki davasının dayanağı olarak kullanılır. Ve geçmiş o toplumdaki herkesin ortak geçmişidir, bu ortak bağ üzerinden yapılacak manipülasyonla bütün bir toplum yutulmaya çalışılır. Bir ideolojiyi yükseltmek, arzu edilen düşmanlıkları beslemek ve toplumdaki acı durumu, haksızlıkları ve yönetimin dev başarısızlıklarını örtmek için gözleri boyamak adına mükemmel bir araçtır tarihin yeniden yazımı. Yalanlar gerçeklerin yerini alır. Bir de delilleri yok ettiniz mi artık yargıç tektir, söz tektir, ses tek. İşte bu yüzden Smith’in proleter mahallesinde uğradığı ve vakit geçirdiği antika eşyalarla dolu oda çok önemlidir. Tarihin değiştirmeyi unuttukları küçük bir parçasıdır. Smith ve sevgilisi sonraki buluşmalarını bu odada gerçekleştirecekler ve yine bu odada çırılçıplak yakalanacaklardır. Onları yakalayan polisin yapacağı ilk iş odadaki naif bir antika süs eşyasını yere atıp kırmak olacaktır. Böyle bir zevke, böyle küçük özgürlüklere ve gerçek geçmişi hatırlatacak hiçbir şeye tahammül yoktur.
Tarihin yeniden yazımının net bir örneği de filmde yer alır. Okyanusya, o güne kadar savaşta olduğu Avrasya ile ittifak yapıp Doğu Asya’ya savaş açtığında iktidarın yeni amaçlarına uygun biçimde daha dün olanlara dair yakın tarihi değiştirmesi gerekir. Dün yuhalanan ortak düşman şimdi müttefik olmuştur. ‘Ama biz zaten hep müttefiktik, onlarla hiç savaşmadık ki. Bizim esas düşmanımız Doğu Asya’ denir. İktidarın amaçlarına uygun yeni gerçekler üretilir ve hemen kullanıma sokulur. Buna itiraz edecek ve durumu sorgulayacak, soru soracak kimse kalmadıktan veya sesi duyulmadıktan sonra ne fark eder ki. İktidar ve propaganda araçları ne söylüyorsa öyledir. Aksini söyleyecekler olsa olsa bu halkın düşmanıdır, haindir.
Smith’in yakalanma macerasına gelince; o da çiftdüşün ve riyakarlık çağında iç içe geçen komploların, ihbarcılığın ve polis devletinin hikayesidir. Smith’teki farklılığı sezinleyen bir üst düzey parti yöneticisi, yeni basım sözlüğü hediye etmek istediğini söyleyerek onu makamına davet eder. İktidar ‘Newspeak’; yani ‘Yeni Konuşma’ adında bir sözlük basmakta ve bunu gerekli gördüğünde güncellemektedir. Bu sözlük aracılığıyla üyelerin hangi kelimeleri kullanmaları gerektiği belirlenmekte, daha önce farklı anlama gelen bir kelimenin artık sahip olacağı yeni anlamlar kullanıma sokulmaktadır. Yani iktidar, dil üzerinden de sıkı bir hakimiyet kurmakta, kelimelerin kullanımlarını ve anlamlarını da yöneterek üyelerin akılları ve düşünceleri üzerindeki tahakkümünü sürdürmektedir. İşte Smith, yöneticiyle bu görüşmesi sırasında söylediği bazı sözlerden onun da gizli bir sistem muhalifi olduğu kanısına kapılır. Evine dönüp kitabı incelediğinde, kitabın içinde, yapışık sayfaların arasına saklanmış olarak başka bir gizli kitabın yer aldığını fark edecektir. İşte bu kitap, şeytani muhalif, büyük hain Goldstein’ın düzenin gerçek yüzünü anlattığı kitabıdır. (Bir nevi “Okyanusya’nın Düzeni” diyebiliriz yani.)
Kitabın detayları romanda daha geniş biçimde verilmekle birlikte filmde de kitaptan Smith’in okuduğu bazı kısımlara yer verilir. Burada savaşla ilgili kısım öne çıkar. Goldstein, iktidar için önemli olan şeyin savaş halinin sürekli devam etmesi olduğunu yazar. Hiyerarşik düzendeki bir toplumun varlığı, ancak yoksulluk ve cehalete dayanılarak sürdürülebilecektir. Savaş ise toplumun kaynaklarını tüketecek, insanları bir açlık sınırında tutacak, böylece toplumun yapısının değişmemesini sağlayacaktır. Tabi bu kitabın içindeki kitaptaki yorum.
Smith iktidarın o güne kadar anlattığı ve gösterdiği her şeyi tersyüz eden bu kitabı okumaya devam eder. Şöyle düşünür sonra: Doğru ve doğru olmayan vardır. Bu doğruyu düşünen bir kişilik bir azınlık bile olsa, bu onun deli olduğu manasına gelmez. Çünkü gerçek oradadır. Ve iktidar, gerçeği görebilen, istediği gibi düşünmeyen herkesi ya hain ya deli ilan etmektedir. Ve kitabı okudukça Smith böyle bir iktidarın nasıl var olabildiğini ve toplumun yapısını nasıl manipüle ettiğini anlar. Ama cevaplayamadığı bir soru kalır geriye: Neden…

Ve sevgilisiliyle birlikte onları antika odada çırılçıplak yakalatacak kişi aslında onu bir tuzağa çekmiş olan antika dükkanı sahibi görünümlü ‘düşünce polisi’ olacaktır. Smith’i sorgulayacak ve işkenceden geçirecek kişi ise ona gizli bir muhalifmiş gibi görünen üst düzey parti yöneticisinden başkası değildir. Sistem ondaki farklılığı, özgür düşünme potansiyelini fark etmiş ve eğilimlerini açığa çıkaracak bir tuzağa onu adım adım çekmiştir. İkiyüzlülüğe, riyakarlığa dayanan bir sistemde artık her şey komplolarla, aldatmalarla, türlü kirli oyunlarla yürüyecektir. İnsan aklının bulabileceği en karanlık ve ahlaksız oyunlar oynanacaktır.
Yakalanması sonrasındaki sorgunun ve işkencenin amacı ise ne ondan başka isimler almak ne de örgüt faaliyetlerini ortaya çıkarmaktır. Bir direniş örgütünün varlığı zaten şüphelidir. Maksat Smith’in iradesini ve düşüncesini yok etmek, ona hem dıştan hem içten tamamıyla hakim olmaktır. Totaliter iktidar tahakkümün birazıyla yetinmez, aklınızı da duygunuzu da arzunuzu da her şeyinizi ister, bütün varlığınızı ona teslim etmenizi dayatır. Ondan istediklerini alana kadar Smith’in ölmesine bile izin vermeyeceklerdir.
Smith duvardaki tuğlanın ardına sakladığı defterine şöyle yazmıştı birgün: “Özgürlük, iki artı ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verilirse, gerisi gelir.” Yani mesele rasyonel aklın bulabileceği doğrunun serbest kalmasıdır. Yani en basit gerçeklik tutsaklıktan kurtulursa, gerisi gelecektir. Ve evet; gözün önünde apaçık olan gerçeklerin bile söylenemediği bir sistem baskı rejimidir. Gerçek açıktır, ama söylenemez, söyleyen haindir. Eğer aklının ucundan bile geçirirsen bu apaçık gerçeğin gerçek olabileceğini şüphelen sen de kendinden; sen de bir parça hain misin diye. En apaçık gerçeklerin söylenmeye söylenmeye görülmez olduğu, ifade edilmesinin değil görülme ihtimalinin akıldan geçirmesinin bile insanda korku ve şüphe yarattığı bir sistem baskı rejimidir. Önce akıl baskılanır, yok edilir, iğdiş edilir. Sonrası kolay. İki artı iki dört etmedikten sonra saklanamayacak, olduğundan farklı gösterilemeyecek gerçek kalır mı geriye… İşte işkence altındaki Smith’e iki artı ikinin gerektiğinde beş de üç de edebileceğini acılı bir yoldan yeniden öğretirler. ‘Tedavisine’ başlanır. Acıyla, işkenceyle, ‘deliliği’ni yok etmek, aklını başına getirmek için. Sistem onun elindeki tek şeyi, gördüğü ve hatırladığı gerçekliği elinden almalıdır. Deli olduğunu ve gerçek olarak bildiği şeylerin birer sanrıdan, aklının ona oynadığı oyunlardan ibaret olduğunu kabul eder ve sistemin söylediklerine inanırsa ‘iyileşecektir’.
Yakalanmadan önce sevgilisine şöyle demiştir Smith: İhanet etmek, yakalandığında konuşmak, itiraf etmek değildi. İhanet etmek, birbirlerine olan sevgilerinin yok edilmesine izin vermek, sevmekten vazgeçmekti. Onları birbirlerini sevmekten vazgeçirmelerine izin verirlerse işte o zaman ihanet etmiş olacaklardı. Böyle çözülür, böyle yok edilir insanlar. Kişiler, gruplar, sınıflar arasında ekilen öfke tohumları filizlenir, insanlar birbirlerine yabancılaşır ve düşmanlaşırsa, işte o zaman yıkılır toplumlar. İşte o zaman kardeş kardeşin, komşu komşunun muhbiri, düşmanı, katili olur. Hayatta kalabilmek değildir mesele, insan kalabilmektir. Ve insanın bir başkasına duyduğu içten sevgi, düşmanıdır iktidarın. Duyulacak tek sevgi vardır, o da bıyıklı, meymenetsiz suratlı ‘Büyük Birader’e duyulacak olandır.
Smith’in tutsaklığındaki baskı anlarında, hayalinde kaçabildiği tek yer, Julia’yla ilk kez buluştukları o yemyeşil, uçsuz bucaksız düzlüklerdir. Ve yok edilir hayaller. Aklı ve ruhu öldürülür Smith’in, artık bedeninin yaşayıp yaşamaması bir anlam ifade etmez. Şimdi gerçekten, defterine bir zamanlar yazdığı gibi ölü bir adamdır Smith. Bir farkla; ölü olduğunun bile ayırdında olmayan. Yalan söyleyerek uyum göstermesi, boyun eğmesi dahi yeterli değildi, yalandan değil içinden gelerek sevmeye mecburdu büyük lideri. İşte böyle yok ettiler bir tutam özgürlüğü ve düşünceyi.
Orwell, bu eseri Britanya emperyalizminin sömürge yönetimlerini yakından tanıyarak, Avrupa’daki faşizmin yükselişini ve 2. Dünya Savaşı’nı ve bütün bu dönemlerde propagandanın ve baskı yönetimlerinin rolünü görerek yazmıştı. Orwell’in romanının ve dolayısıyla eseri büyük oranda yansıtan Radford’un filminin de, insan psikolojisi, sosyoloji ve iktidar meseleleriyle ilgili çok önemli tespitlerinin yanısıra günümüzde de bir propaganda aygıtı olarak çok daha güçlü biçimde var olan medya üzerine daha derinden düşündürmesi gerekir bizi. Adına demokrasi dediğimiz sistem ve sözde bağımsız olan medyanın ilişkisi, hangi güçlerin etkisi ve kontrolü altında olduğu, hangi çıkarlara hizmet ettiği son derece önemli bir konudur. Romanın yazıldığı dönemde, ne bugünki gibi çok kanallı bir medya ne de bugünün ileri iletişim teknolojileri mevcuttu. Bu nedenle otoriter bir iktidarın halka ulaşacak iletişim kanallarını kontrol altında tutması pek zor değildi. Ancak aynı zamanda, devlet radyosu ve televizyonunun ve baskı altında tutulacak birkaç gazetenin iktidar propagandası yapacağını tahmin etmek de pek zor değildi. Bugün ise daha karmaşık, kompleks, izlerin, sözlerin, tarafların karıştığı, türlü tuzaklarla örülü bir sistem var. Çoğu ülkede çoksesli bir medya var olsa da çoksesli görünen medyanın da farklı dolambaçlı yollardan güç sahiplerinin kontrolüne alınabildiğini ve çoksesli ve hürmüş gibi görünürken aslında türlü iktidar odaklarının amaçlarına hizmet edebildiğini görüyoruz. Belki bu diğerinden de beter. Diğer halde açık bir kontrol ve baskı söz konusuyken yeni halde insanlar özgür oldukları yanılgısı içinde alttan alta yapılan propagandayla manipüle ve tutsak edilmeye çalışılıyor. Toplumun farkındalığı daha yüksek kesimleri bu durumun ayırdına varsa dahi çeşitli baskılarla ifade özgürlükleri sınırlanıyor. Ve bu düzen bir de yeni bir insan tipi yaratıyor. Normal şartlarda eğitimli ve farkındalıklı olması ve toplumu doğrulara yönlendirmesi beklenebilecek bir yığın insan; -iktidardan alacağı payeler veya başka çıkarlar uğruna- tarafsız ve uzman maskesi altında saklanırken, esasında bir propaganda aracı olarak iktidarın faydasına olan yalanları gerçekmiş gibi sunuyor medya kanallarında. İnsanı daha da acıklı hale düşüren bir durum bu. İşte çift düşünce, işte riyakarlık. Ve evet, yine taşlar bağlanmış her yerde.
Yine de doğruya ve akla güvenmekten başka seçenek yok elimizde. ‘İnsan’ın özgürlük mücadelesi her şeye rağmen devam edecektir. Ekmek, su ve özgürlük…
– Ocak ayının sonlarında vefat eden ‘1984’ filminin başrol oyuncusu John Hurt’ün anısına…
– Not: Bugünlerde Pablo Larrain’in ‘No’ adlı filmini izlemenizi tavsiye ederim. Film, Şili’de 1988’de Pinochet iktidarının devamı veya sona ermesi için yapılan referandum öncesi medya propagandasının rolünü çok başarılı ve ironik biçimde anlatıyor.
– Kaynaklar
- 1984, George Orwell
- Neden Yazıyorum, George Orwell
Psikesinema 10. sayı, Mart-Nisan 2017
İlk Yorumu Siz Yapın