Baylar ve bayanlar,
Şov bitti. Şimdi acınası berbat yaşamlarınıza dönebilirsiniz. Ah yok mu şu beyaz perdenin büyüsü; bir vurmaya başlamasın ışık yüzüne. Bir film neler yapmaz ki; sizi alır başka diyarlarda gezdirir, eğlendirir, coşturur, gözlerinize ziyafet çektirir, kah üzer kah güldürür, sonra da bir buçuk iki saatin sonunda dımdızlak bırakıverir düz hayatınızın filme başlamadan önce kaldığınız orta yerine ama olsun. Sinema bir rüyadır, şenliktir, adeta peri tozu üfler sıradan hayatlarımıza. Kırık kalplere merhem, sıkkınlara anti-depresan, umutsuzlara umut, komplekslere deva, vebalılara morfin olur. Sinema paradiso. Paradise lost. Yoksa Lost’u hiç seyretmedin mi? Issız bir adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olurdu? Wi-fi varsa laptop bir, kalan ikisi size kalsın. Dünyanın filmi, dizisi internette. Hiç ıssız kalmazdın böylece. Issız Adam’ı bile seyredebilirdin. Çok zekice bir kelime oyunu var galiba bu filmin isminde. Bir de kızın adını Ada koymak işin tadını çıkarmış ama neyse. Ben bir küçük cezveyim diyar diyar gezmeyim. Gezi Parkı’nda bitlendim, darbe bastırırken kitlendim. Karıncalar tellal, annem berber imiş, develer kavgaya tutuşmuş, filim festivallerinde belgesel film gösterilmez olmuş imiş. Aldım sezon sezon Lost’umu, iplemedim derdimi eşimi dostumu. Çok sağolasın ‘eşek_adam’, çok güzel doldurmuşsun altını. Dolar altı dolar, altının onsu sene sonu kaça tekabül eder? Ederse beni eder, dışı seni içi beni yakar. Kovalar dolar da bu musluk nice akar?
Evet, bu kadar saçmalıktan sonra hala bu yazıyı okumaya devam eden varsa konumuza geçebiliriz. Baylar ve bayanlar, özellikle de bayanlar, baymayın daha fazla. Yormayın fındıkiçi kadar, güzel amigdalanızı. Araştırmacıların yalancısıyım, benle uğraşmayın. Konumuza döneceğimizi söylemiştim sanırım. Kısaca özetlemek gerekirse, bu filmler diziler, beyaz perdenin büyüsü falan feşmekan, güzel eğlenceliktir, güzel doldurur boşlukları, güzel vakit geçirtir. Ve insan artık ekran bağımlısıdır kabul edelim. Bir ekrandan öbürüne koşturup durur. Eğlendirilmelidir, büyülenmelidir, ya da duygusal boşluklarına lego parçası gibi oturacak izlencelerle bağlanmalıdır. Gerçi ekranlardan önce de severdi insan anlatıları. Genellikle sözlüleri ve başlangıçta seçkin bir azınlık yazılı olanları. Evet bugün klasik sayılan nice romanlar gazeteleri daha fazla sattırsın diye tefrika edilmişti parça parça. Ve ilgi sürdükçe yazdı yazarlar ve belki üç beş kuruş fazla için uzattıkça da uzattı. Ama hiç bugünki yaygınlığına ve olanaklarına sahip olmamıştı kitle kültür endüstrisi daha önce. Evet bu dev bir endüstri, nice aile rızkını buradan yiyor, nice tüyü bitmemiş delikanlı, hormonları daha dengeye kavuşmamış genç kız böyle kavuşuyor rüyalarına, nice ocaklar böylece tütüyor, tencereler böylece doluyor. Hepsi ama hepsi sizin için, rüyalarınız, hayalleriniz, doymamış doyumlarınız, bir iki saatlik olsun uzaklaşmak istediğiniz endişeleriniz ve sevgili reklamverenleriniz için.
Bir de ‘bayan’lar var. İşleri güçleri baymak. Sahneler uzadıkça uzar, bir sessizlik kaplar her yanı. Bayarlar işte içimizi. Ne dertleri varsa? Var olduğu yetmezmiş gibi bir de bizi ortak etmek isterler üstüne üstlük. Kim bayılmak ister ki durup dururken? Ben istemem. Ama eskilerin söylediği gibi: yapacak bir şey yok. Hayatın kendisi bayıyor ne yaparsın. Gerçi hayatın kendisini olduğu gibi anlatmaz bu bayanlar da. Hayatın kendisini kimse izlemek istemezdi çünkü. Sıkıcı olurdu. Kaldı ki onu izleyip duruyoruz zaten, bir yere varmıyor. Aslında onlar hayatın içinden seçtikleri anları, durumları keser yapıştırır, gerekirse hayatın içinde pek de olmayan durumlar da yaratır önümüze koyarlar. Ama yine de bayarlar. Bu bayanların yaptığı filmlere ‘sanat filmi’ denir geçilir. Ne Lost’a benzer ne Issız’a. Issız’a haksızlık olmasın ama anlayan anladı, teşbihte hata olmaz.
Bu ‘sanat filmi’ mevzusuyla ilgili epey görüş de türedi günümüzde ve çevremizde. Elbette uluslararası adıyla ‘arthouse’ filmler de kendi içinde bir pazara dönüşmüş ve mekanizmaları kurulmuştur. Destekler, fonlar, atölyeler, festivaller ve türlü ıvır zıvırıyla ‘ticari film’ mekanizmasından farklı işlese de burda da ayrı bir ticaret döner. Kabul edelim sanat simsarlığını sinemacılar icat etmedi. Ama hem derdini anlatıp hem ellerini kirletmeden kendini gerçekleştirme umudunu yeni kuşaklara bu sistem verdi. Gerçekten verdi mi. Soru işareti. Neyse. Bu mevzuyu yeterince eleştiren var; kendilerini aykırı ses zanneden faydalı eleştirmenlerimize ihtiyacımız var kuşkusuz. Türk sinemasında da bakanlık destekli izlenmeyen ‘sanat filmleri’ furyası ve sanat yapmaya çalışırken izlenmeyen sıkıcı filmler yaptıkları söylenen genç yönetmenler önceki kuşağa da dokundurularak eleştirilir oldu. Eleştirilerin haklılık payı olsa da mesele bundan ibaret değil hatta hiç değil.
Bu ‘ağır’, insanın iç meselelerine eğilen, daha çok doğallığı yakalamaya çalışan -diyelim- tarzda filmlere karşı genel eleştiri fazla durağan, sıkıcı, iç bayıcı olduklarıdır. Hadi içimizi baydın bari birşey söylesen için de kof derlerse damgayı yersin. Yersen ye umrumda değil gerçi. Ama yüzeysel ve basmakalıp eleştiri umrumda doğrusu. İşin özüne inmeden, detayları sorgulamadan yargı basmak pek bir kısır entellektüel ortam alışkanlığı. En bilinen örneklerinden vermek gerekirse: “Evet güzel bir fotoğraf slayt gösterisi izledik, hadi şimdi de gidip bir film izleyelim.” (Nuri Bilge Ceylan filmi üzerine) “Sinema mı okuyorsun? Çok güzel ya, ama Allah aşkına böyle sıkıcı şeylerden çekme sen de ya. Yav Yeşim de benim arkadaşım, ona da diyorum. Keh keh.” (Anlayan anladı) Şimdi sanal karakterlerimize cevap verelim: Yönetmenin kendisi fotoğrafçı, sahneler de alıştığından azcık uzun diye o film slayt gösterimi olmuyor üstün zekalı arkadaşım. Kaldı ki bahsi geçen yönetmenin filmleri gayet giriş-gelişme-sonuç şeklinde seyreden, bol bol karakter barındıran, kurgudan en az ‘normal’ filmler kadar faydalanan, kameranın da ortalarda uçmasa da gayet hareket edebildiği filmlerdir. Süt verebilen bir canlı türü olarak yorum yapmadan önce azıcık dikkatli izlemeni tavsiye ederim. Yönetmenin filmlerinin güncel dünya sineması içinde de hiç öyle çok yavaş ve film dili açısından sıradışı kategorilerinde yer aldığı söylenemez. Batı ülkelerinde izleyicisi boldur, ticari getirisi vardır, vatandaş fazla izlemiyor diye yaftalama yarışına girecekseniz sizi siyaset sahnesine alalım. İkinci arkadaşa gelince, bana ne izlemezsen izleme, sana mı soracak millet ne filmi çekeceğini diyebiliriz tabi. Ama diyelim ki sordu, senden dişe dokunur bir cevap çıkacağı zaten şüpheli. Yeşim’den kastın Ustaoğlu’ysa kendi anlayışına göre toplumsal eleştiri içeren filmler çeker. Bunu daha ‘naturalist’ bir biçimde yapar. Bu tarzı da bizim memleket keşfetmedi merak etme, aç biraz kitap oku ya da boşver diyelim. Bir de ‘durgun görüntü’ falan diye tezler geliştirip işi sistematize etmeye çalışanlar var. Planların beş on hatta ve hatta ve daha hatta on beş saniye fazla sürmesi böyle ileri zekalı bir çıkarımı yapmaya yetmez kusura bakma. Bir planın süresi veya filmdeki kesmelerin sayısı bir filmin anlatım unsurlarından sadece ikisidir, geriye kaç tane kaldığını sayalım bir ara. Bunların dışında da birçok örnek sunabiliriz elbette. Anlatmak istediğim buradaki yaftalama alışkanlığının basitliği. Yoksa bir filmi eleştirdiğinizde onu kof da, basit de, içi boş da, özenti de, sıkıcı da bulabilirsiniz. (Tabi eleştirmenseniz subjektif sıfatların yanında elle tutulur film ögelerinden de yola çıkmanız gerekir.) Ama böyle genel yaftalarla yaklaşıp boş boş konuşacaksanız konuyu hiç açmayın, tavsiyem oturup adam gibi eleştiri yazmaya veya ayakta sözlü olarak yapmaya çalışın. İyi eleştiri kafa açar, yüzeysel eleştiri sadece biraz ses çıkarır, bazı teneke türleri gibi. Ama kızmayalım, bazen kısır ortamlarda eleştirinin kofuna bile razı oluyor insan. Kaldı ki çuvaldızın büyüğünü yönetmenlere de batırabiliriz ancak kabul edelim ki dev çıkarların olmadığı bir alanda üretmeye çalışan kişi bütün hatalarına ve zaaflarına rağmen biraz iltimas geçilmeyi hak eder.
Tamam ben seni baydım da bir sor bakalım niye baydım. Hadi soralım. Niye baydın peki? İçim bayıldı da ondan. Neden ola ki? Depresif misin yoksa? Hangimiz biraz değil ki bu hayat şartlarında? Bence lafı dolandırma. Nerede başladı bu ‘aydın buhranı’? Nereye gitti o neşeli günler? Sen ‘Neşeli Günler’i izleyip ‘Hababam’la coşarken beni aklımın içine hapsettiler. O kadar sıkıldım ki içeride, arkadaşsızlıktan konuşmayı unuttum. Sessizliğe bakar oldum. Konuşayım diyordum ne desem çiğ geldi sana, toy geldi bana, sonra tercihimi susmaktan yana kullandım. Ben bu işten kıllandım. Kafiye yapacağım diye zorlama kendini, bu yoldan mana çıkmaz. Ama kolay oluyor kelime oyunları, durum komedisi üretmektense. Ah bu kolaycılığın yok mu yedi bitirdi seni. Ah bu alaycılığım yok mu benden kıralı yok şaha dokunmadıkça. Ve Şah! Mat! Dur daha rok yapacaktım. Boşver onu yapan yapmış. Zaten şahı da kimse takmaz merak etme, kaleyi kaptırmadıkça. Oğuz Atay’la başlamadı elbet her şey, öncesi de vardı. Peki ama bu içimizi bayanlar niye baydı? Öyle deme bazen kadınlar da yazdı.
Neden sıkıcı bu filmler? Neden bir depresif bu yönetmenler? Doktor değilim, depresif lafın gelişi, kitapta yazanı bilmem ben halk şairiyim. Ama hayattan bir parça gösteriyorum sana, depresyon diyorsun bana. İyi de hayatın tek parçası bu anlar bu durumlar mı? Değil elbette ama anlatılmaya ihtiyacı var demek ki. Hiç mi yok neşeler, alaylar, şakalar? Var, var olmasına var da sen şaka bağımlısı olunca anlamını yitirdi gözümde, şaka bile yapamaz oldum. Sen çaldın onları, şakalarıma el koydun. Peki hadi sen söyle bakalım, kaç çocuk öldü gözlerinin önünde? Daha kaçının ölmesi lazım açmak için içini? Yetmedi mi boşver, cenazede olmazsa görüşürüz düğünde dernekte. Bu kadar endişe etme, zaten kimse duymuyor, azıcık da bana söz ver fırsattan istifade. Zaten basmakalıp lafları sevmem, ne ona yaranırım ne buna. Siz ip çekme yarışı yaparken yarışma programlarındaki gibi, ben çukurun içinde durur bir o yana bir bu yana gidip gelen ipi izlerim. Sanıyor musun ki bir tarafa geçip çekerim? Arkadaş ne istiyorsun o zaman? Bir şey istediğim yok, dışım susunca içim çok konuşur oldu, birikenleri boşaltacak yer arıyorum. O zaman adresin belli, ya tuvalete gideceksin ya sanatçı olacaksın. Bu nükteden sonra ortam gerildi. Sohbete bu noktada ara verildi.
Sinema ilginç bir sanat dalı doğrusu. Dahası henüz sanat dalı olup olmadığı konusu tartışmaya açık bence. Bundan bu kafa karışıklığı. Elma armut portakal aynı sepette, biz hepsini şeftali sanıyoruz. Şöyle toparlayalım konuyu. Kitle kültürü modern çağın bir ürünü. Eskiden burjuvazinin oyun ve zevk sahası olan sanat artık kitle kültürüyle buluştu, neyin sanat olup olmadığı karıştı. Önemli mi? Belki. Diğer yandan hiç de önemli değil. Ancak siz siz olun armutu şeftali diye yemeyin. İçinden at kestanesi çıkarsa da şaşırmayın. Kültür endüstrisinde artık kitle maruz kalandır. Kontrolsüz güç güçtür güç olmasına da maruz kalanların faydasına çalışmaz genellikle. Neticede herkes istediğini alır. En dış halkada da bu bahsettiğimiz bayanlar kalır. Ama susmak istemek suç değildir. Bazen sessizlik, gerçeği bütün kelimelerin başarabileceğinden daha anlamlı kılar.
Aklımdan çıkmayan birkaç filmi saymaya kalksam hiçbirisini hikayeleriyle değil anlarıyla hatırlarım. Uzun, sessiz, sıkıcı filmlerdir onlar. İzlemeye zorlanarak tahammül ettiğim ama garip bir haz duyduğum. Bir filmde uyumak ve düşüncelere dalmak iyidir hem, maruz kalan olmaktan çıkıp kendi içine dalar insan. Başkasıyla izlenmez o filmler. Bir salon dolusu insanla ortak bir heyecana kapılınmaz, ardından sahneleri oyunculukları tartışılmaz. İşlemişse işlemiştir içinize. Adını daha önce hiç duymadığınız İngiliz yönetmenin tek başına bir adamın doğada tek başınalığını anlattığı siyah beyaz bir film de olabilir, adını halen bilmediğiniz Çek yönetmenin bir anne ve oğulun basit hikayesini işlediği bir film de, dünyanın upuzak bir köşesinden sabrı zorlayan altı saatlik bir izlence de. Ama içinde kalır insanın. Etkisi kelimelerle ve hikayelerle anlatılmaz. Çünkü sinemadır. Sinemanın sanat olma olasılığı halen bahis konusuysa bundandır. Bir orta sınıf zevki olmasından değil.
Ben Rivers’ın ‘Two Years At Sea’ (Denizde İki Yıl) adlı filmi ormanın ortasında herkesten uzak, yapayalnız yaşayan bir adamın sıradan hallerini gösterir, Václav Kadrnka’nın ‘Osmdesát Dopisu’ (Seksen Mektup) adlı filmi ise 80’lerin sonunda demir perde ülkesi Çekoslavakya’da yaşayan anne ve oğulun İngiltere’ye iltica etmiş babaya olan özlem içinde geçirdiği tek bir günü. Lav Diaz’ın üçyüzotuzsekiz (rakamla 338) dakikalık ‘Mula Sa Kung Ano Ang Noon’ (Evvelden) adlı filmi Filipinler’de uzak bir kasabada 70’lerin başında, ülkede Marcos diktatörlüğü kurulurken yaşanan bir takım gizemli olayları anlatır. Hepsi sıkıcıdır, hepsi bayar. Ama anlattıkları her ne ise onu daha iyi, daha içten ve daha etkili bir şekilde anlatabilecekleri başka bir yol olduğunu sanmıyorum. Bu örnekler çok da depresif sayılmaz ama anlamışsınızdır sanırım anlatmaya çalıştığımı. İçinizi bayan bir film görürseniz bir yerde başka olasılıkları da düşünürsünüz belki siz de. Hem isteyen sıkıcı desin isteyen depresyon. Zaten depresyon bir ‘bayan’ hastalığıdır. Hastalıkların semptomları olduğu gibi nedenleri de vardır.
Kabataş’a beton martı projesi başlamış. Hayırlı olsun.
Psikesinema 9. sayı, Ocak-Şubat 2017
Be First to Comment