KORKUYU BEKLERKEN

“Korku, karanlık tarafa giden yoldur. Korku öfkeye yol açar. Öfke nefrete yol açar. Nefret ise acı çekmeye.”

Usta Yoda, Yıldız Savaşları: Bölüm 1 – Gizli Tehlike

Oturup bekledim korkuyu. Gelmedi. Yerine sırt ve boyun ağrıları geldi aynı pozisyonda çok uzun süre oturmaktan. Bana gına geldi aynı pozisyonda çok uzun süre oturmaktan. Oturuyorum, bekliyorum. Bekliyorum, gelmiyor. Neyi bekliyorum? Korkuyu. Korkuyu çok beklerse böyle olur insan. Dün sabaha kadar bekledim korkuyu. İki günün üzerine tansiyonum düşerek bayılır gibi uyuyakaldım sabah vakti. Sırtım boynum tutuldu, uyandığımda çözülmemişti. Uyandığımda genellikle çözülmemiş oluyor. Çözülür diye bekliyorum, gelir diye, olmuyor. Ben de tutsağı oluyorum beklemenin, kurtulamıyorum. Bu gece de öyle bekleyeceğim. Filim bile izlemeyeceğim. Film izlemek sıkıcı ve anlamsız gelir korkuyu bekleyenlere. Hadi ben bekliyorum korkuyu, ama insan insanı niye korkutur ki durduk yere? Hadi insan insanı korkutur, korkutma ihtiyacı hisseder diyelim –belki kendisi çok korkuyordur da diğerleri de onun gibi korksun istiyordur– peki ama bu diğer insan ve insanlar neden korkutulmaya gönüllü olur, talip olur ve hatta garip bir haz alır? Korkmadığını mı kanıtlamak ister? Yoksa bütün hayatı korkudan ibarettir de gerçekten var olmadığını bildiği şeylerle korkutulunca zarar görmekten korunarak kendini evinde mi hisseder? Felsefe yapma bana. Ya da yap korkmuyorum. Sen korkuyorsun biliyorum. Hayır ben sadece korkuyu bekliyorum. Hangi düşünce benim hangisi değil hangi gerçek de hangisi değil artık bilmiyorum, karıştırıyorum. O yüzden ben sadece bekliyorum. Sen de bekle. Beklemenin diğer anlamı da korumaktır.

Film izlemek de bir nevi beklemek. Sonunu beklersin, katil kim çıkacak diye beklersin, ‘kahraman’ın başına ne gelecek diye beklersin. Yoksa korkup korkup da korkan karakterle kendini özdeşleştirip sonra kurtulunca rahatlıyor musun? Ama katiller kötüler ana karakter artık filmlerde dizilerde. İnsanlar bu denli karanlık hissediyor demek onlarda kendi ruhlarından bir parça buluyor. Elim ayağım uyuştu beklemekten, hissetmiyorum. Korkuyu beklerken delirir mi insan? Kolay değil. Kolay değil delirmek.

‘In The Mouth Of Madness’ diye bir filmi var John Carpenter’ın, onunla ilgili yazacaktım. Artık ‘Çılgınlığın Ötesi’nde mi ‘Deliliğin Ağzında’ mı ben bilmem. Olay Amerika’da geçiyor. Çok popüler, okur hayranlarının gözünde peygambervari mertebeye erişmiş, çok satan korku yazarı, son kitabını çıkaracakken basılmamış kitabın tek kopyasıyla birlikte ortadan kayboluyor. Yayıncısı peşine düşüyor, kitap bilmemkaç dile çevrilecek, bilmemkaç milyon satacak, bilmemkaç kaç milyon kazandıracak, düşer tabi peşine. Yayıncı, yazar her nereye saklandıysa onu bulsun, inine girsin, kitabın kopyasını kendilerine ulaştırsın diye sigorta dolandırıcılıklarını çözmekte uzman külyutmaz sigorta müfettişi John Trent’i tutuyor. Trent bu, yer mi? Bu işin bir şov, bir pazarlama hamlesi olduğuna karar veriyor hemen, yemiyor. Ama neyse, paramı alırım işime bakarım diyor. Gerçi filmin giriş sahnesinde, prologunda kendisini deli gömleğiyle akıl hastanesinde bir hücreye tıkılırken görüyoruz. Bundan merakımız; külyutmaz Trent nasıl delirdi, başına neler geldi. Bir de ben deli değilim diyor. Ben deliyim diyen deli olur mu hiç, merkezi sistemden müziğin sesini açıyorlar, hücrelerden yükselen haykırışları bastırıyor. Eserin adı meşhur korku hikayeleri yazarı H.P. Lovecraft’ın ‘Deliliğin Dağlarında’ adlı novellasından esinleniyor ya da gönderme yapıyor diyelim. Zaten hikayede de Lovecraft’ın eserlerinden alınma epey bir mevzu var.

Yayıncı, müfettişin yanına bir de bayan editör veriyor, ekip ve cinsel çekim tamamlanıyor. Ünlü kayıp yazar Sutter Cane, güya ‘Hobb’s End’ diye bir kasabada saklanmaktaymış. Halbuki öyle bir yer gerçekte yok, peki hangi gerçekte yok? ‘Hobb’s End’ aslında Cane’in kitaplarında yarattığı kurmaca bir mekan, korku dolu olayların cereyan ettiği garip bir kasaba. Trent bu şakaya içinden gülüyor. Bir de bir safsata çıkmış, güya Sutter Cane’in kitaplarını okumak insanların algısını bozup garip şeyler yapabiliyormuş insana, deliliğe şizofreniye varıyormuş iş. Böyle acayipmiş kitapları. Ama insanlar yeni kitabı çıkacak diye kitapçıları basıyorlar, neden çıkmadı diye isyan ediyorlar. Demek ki deliresiye korkmak için önlemez bir arzu duyuyorlar. Belki dünyanın gerçekten de korkunç bir yer olduğunu itiraf eden ve ısrarla yazan birinin varlığı rahatlatıyor onları. Belki içlerindeki ve etraflarındaki korku o kadar büyük ve bir o kadar da anlatılması zor ki birisi çıkıp da dünyayı böylesine korku dolu tasvir edince dört elle sarılıyorlar ona; bir kardeş bir arkadaş bulmuş gibi, kimseye anlatamadıklarını anlayan birisi varmış gibi. Belki deliresiye ölesiye korku dolu bir kurmaca dünyaya kaçarlarsa rahatlayacaklar ancak, o zaman içinde bulundukları gerçeklik onun yanında bir çocuk parkı gibi kalacak, korkularından arınacak. İşte bu Sutter Cane hayranları son günlerde iyiden iyiye çıldırmaya başlıyorlar. Kitapçılar yağmalanıyor, sokaklarda garip bir şiddet dalgası başlıyor. İnsanların ağzı yüzü şişiyor, garip korkunç yaratıklara dönüşmeye başlıyorlar neredeyse. Sanki saklı tuttukları bütün karanlıklar şimdi ortaya çıkıp yüzlerine vuruyor. Trent bu zırvalıkların ince ince kurulmuş pahalı ve son derece profesyonel bir tanıtım kampanyası olduğunu düşünürken bir kafede oturduğu sırada yanındaki camı baltayla kıran delirmiş bir adamın onu baltalama girişimiyle kendini bu mevzunun da ortasında buluyor. Adam onu baltalayamadan polis tarafından vuruluyor. Gerçi bu bile Trent’i inandırmaya yetmiyor. Zaten Trent’i inandırmaya pek bir şey yetmiyor. Azılı bir inançsız kendisi. Beş duyusuyla algıladığına, rasyonel olana, bir de insanların sınırsız yalancılığına inanıyor Trent. Çağımızın ‘Allahsız’ adamı kendisi. Kaç yılın inançısızı, popüler kültürün kahramanlaştırdığı kıytırık bir yazarın yaratılmış efsanesine karşı mı imana gelecek yani? Gelmiyor. Gelmiyor da bu külyutmaz niye akıl hastanesine düştü, nasıl sıyırdı acaba? Sıyırmadı da gerçeğin farkına mı vardı yoksa? Soru soralım merak edelim diye koydular tabi o akıl hastanesi sahnesini başa. Kara filmlerin, nam-ı diğer ‘Film Noir’ların da pek meşhur bir numarasıdır kötü sonu baştan vermek. Çember daha baştan kapalıdır. Daha başından işin sonunun kötü biteceğini, bir çıkış, kurtulma umudu olmadığını biliriz, bile bile izleriz. Hoşumuza gider belki, bak işte doğru söylüyor öyle mutlu sonlar yok gerçekte adamı böyle yaparlar deriz. Ukala bir inançsız olan Trent’in de ne zaman çarpılacağını merak ederek izlemeye devam ederiz filmi. Ve olaylar gelişir. Olaylar olayları izler biz olayları izleriz. Bir arabayla Trent ve yanında bayan editör, kıtanın içlerine doğru uçsuz bucaksız Amerikan otobanlarında yol aldıkça bir yandan da bir kabusun içlerine doğru yol alırız. Yola çıkmadan önce Trent neymiş bu milyonların korkalım diye okuduğu kitaplar diyerek Cane’in kitaplarına şöyle bir göz atmış, okudukça okumuş, okudukça da garip triplere, algı bozulmalarına kapılmıştır. Tabi Trent bunu yorgunluğa falan vermiştir. Neyse işte, gecenin yarısı bir ilhamla, bizzat Cane tarafından resimlenmiş kitap kapaklarını çarpık çurpuk keser yapıştırır, bir harita yapar, işte kayıp kasaba burada der. Gerisi kasabaya yolculuk, gerisi hikaye. Gerisi korkmak isteyenlere. Aslına bakarsanız sadece bir korku filmi olarak değil de gerçeklikle güzel güzel oynayan ilginç bir film olarak nitelemek lazım bu filmi.

Mevzuya gelirsek Cane hikayede hakkaten bir peygamber mertebesine ulaşmıştır hatta tanrı demek (haşa) daha doğru olur. Ama tersinden. Kurduğu karanlık ve kötücül dünya o kadar çok insan tarafından okunmuş, benimsenmiş ve zihinlerde yaşatılmıştır ki; bu takipçilerin inançlarının gücü bu dünyayı gerçekliğimize getirmiştir. Zaten karşılaştıklarında Cane, Trent’e kitaplarını İncil’i okuyanlardan daha fazla insanın okuduğunu belirterek bu durumu işaret edecektir. Bir şeye onu gerçek kılacak kadar inanan yeterli sayıda insan olursa o şey ne kadar akıldışı olursa olsun gerçeklikte kurulur meselesi yani. Ve bu durumla yüz yüze kalan katı akılcı karakterimizin önlemez çelişkisi.

Daha önce filmin isminde ve konuda ondan esinlenmeler olduğunu belirttiğimiz Lovecraft’ın eserlerinde yarattığı kendine özgü karanlık bir mitos vardır. ‘Cthulhu Mitosu’ denen bu mitosa göre bildiğimiz her şeyden eski olan garip canavarvari bir tanrılar panteonu vardır vesaire vesaire. İnsandan çok daha eski, insanın anlam veremeyeceği, akıl sır erdiremeyeceği, her an bir yerlerden dünyamıza sızıverebilecek garip ve kapkaranlık bir gerçeklik vardır bildiğimiz gerçekliğin ötesinde. Sanırsam çok korkan ve çok yalnız bir adamdır Lovecaft. Modern olanı, günümüz dünyasını sevmez diyebiliriz herhalde. Rasyonel olana meydan okur. Bütün rasyonelliğiyle önümüze konulan dünya algısına karşın insanın algılayamayacağı geometrilerin var olduğu, ne idüğü belirsiz, adları insanlar tarafından telaffuz bile edilemeyecek kadar garip ve bir o kadar eski  ama her şeyden eski, kayıtsız, vicdansız, tanrı-canavar karışımı yaratıkların olduğu bir gerçekliği bizim gerçekliğimizin içine sızdırır. İşte filmdeki Cane’in kitaplarında anlattığı dünya da böyledir. Ve şimdi ‘inançsız’ ve dibine kadar rasyonel Trent, bu rasyonel dünyadan nefret eden ve onu yıkacak, onu karanlığın içine çekip yutacak kapkara bir mitosun gerçekliğe geliş hikayesiyle karşı karşıyadır. Kasabaya varana kadar başlarına gelen türlü korkunç ve garip hadiseye karşın halen rasyonalitesini ve soğukkanlığını koruma kararlılığındadır. Tabi kararlılık da bir yere kadar. Ama nereye kadar? Bayan editör arkadaşının onu bütün inandırma çabalarına ve etrafında olup biten tuhaflıklara rağmen körlük derecesinde inançsızlığını sürdürür Trent. Tabi filmi izleyenler olarak bunu ister istemez biz körlük olarak tanımlıyoruz. Yoksa Trent aklını kaybetmeye başladı da biz onun aklının kayıp gerçekliğinde mi dolaşıyoruz? Ne gerçek ne değil, kimin algısından görüyoruz bu hikayeyi? Anlatılarda zaman zaman kolay yoldan kullanılan bir numara olsa da filmi ilginç kılan mesele de bu herhalde. David Lynch filmlerinde rastlanabilecek bir ikircikli, karanlık bir gerçeklikte kaybolma hadisesini Lovecraft çerçevesine alınmış ve Carpenter gariplikleri ve abartı soslu dehşetiyle bezenmiş olarak izleriz. Kasabadaki garip hadiseler Cane’in etrafa sızan şeytaniliğin merkezi olan kilisenin önünde, onun peşine düşen kasabalıları dehşetle püskürtmesiyle devam eder. (Kilise eski bir tapınaktan devşirmedir, yine bildiğimiz inançlardan önceki kadim karanlık bir mitos mevzusu vardır ve kilise bunun merkezi, dünyaya kapısı görevi görür.) İnsanlar garipleşir, kötücüllük her yere sızar.

Lovecraft öykülerinden hatırladığım kadarıyla bahsedilen garip karanlık, gerçekliğimize sızmaya başladığında sürüngenimsi insanlar falan da ortaya çıkar bazen. Korkuyla örülü hikayelerdir bunlar, insanlardan, dünyadan, toplumdan korku. Ve belki öfke, hatta nefret; korkunun diğer kardeşi.

Evet o kurmaca kasaba vardır, Cane oradadır. Sokaklar, binalar, insanlar, herşey kitaplarında tarif ettiği gibidir. Kitaplarında detaylı biçimde betimlediği, kasabanın tarihi çok eskiye dayanan bir bina olan kilisesinde saklanmaktadır Cane. Ya da saklanmaktan ziyade oradadır, sakladığı karanlığın bekçiliğini yapmaktadır şimdi. Kocaman ahşap bir kapının önünde masasına oturmuş beklemektedir. Belki de çok uzun süredir aynı pozisyonda oturmaktadır. Önünde daktilosu ve son eserinin orijinal kopyasının üst üste dizilmiş sayfalarıyla. Kapının ardındakileri beklemektedir. Hem beklemekte, hem de bekçiliğini yapar gibi beklemektedir kapının ardındakileri. Kapının ardındaki kadim karanlık, her an kapıyı yıkıp serbest kalacakmış gibi kapının ahşap parçalarını zorlamaktadır. Sanki o kapının ardına kapattığımız eski tanrılardır, uzaylı canavar her neyse büyük bir açlıkla ve insana karşı kayıtsız bir kinle eskiden onların olan dünyayı tekrar almak, her şeyi yutmak için beklemektedirler. Rasyonel akıl yoluyla dünyamızdan soyutladığımız her şey sanki o kapının ardında birikmiş, karanlıkta dura dura aç ve doyumsuz, tarifsiz canavarlara dönüşmüşlerdir. Bir çıksalar her şey geri dönülmez biçimde bitecektir, saklanan, kilitli tutulan bu korkunç karanlık bir serbest kalsa her şeyi yutacaktır. İşte Cane, orada oturmuş bu karanlığı beklemektedir. Belki çok uzun süredir aynı pozisyonda oturmaktadır bilemem. Belki sırtı boynu ağrımıyordur ama öylece beklemektedir, sanki kendisi sorumlu değildir bu karanlıktan da onu okuyup zihinlerinde benimseyip büyütenler, inananlar sorumludur bu karanlığın gerçekliğe gelmesinden. Onun şimdi tek yapabileceği şey, kapının önünde oturup karanlığın serbest kalacağı ve ilk onu yutacağı anı beklemektir. Trent’in geleceğini bilmektedir. Zaten onun bu hikayedeki görevi kitabın orijinal kopyasını Cane’den alıp dünyaya ulaştırmaktır. Bu akıldışı gerçeklik -bir lanet gibi- rasyonelite timsali inançsız Trent aracılığıyla dünyaya ulaşacaktır. Ve bu durum o istese de istemese de hatta tersini yapmaya çalışsa da olacaktır. Her şey olacağına varacaktır. Ama yoksa Trent de yalan mı söylemektedir kendine, bu aşırı akılcılığının ardında bütün bu karanlığı serbest bırakmanın derin arzusunu mu duymaktadır? Bütün bir hikaye Trent’in kendi içinde yaşadığı dev bir çelişkinin tezahürü müdür aslında? Sorular sorular.

Filmin başına dönersek Trent akıl hastanesinde bir hücreye tıkıldığında durumunu soruşturmak üzere bir doktor onu ziyarete gelir. Trent hücrenin duvarlarına, kıyafetine, kendi üzerine, yüzüne gözüne boşluk bırakmamacasına siyah boyayla haç işaretleri çizmiştir. Doktor sanki onu iyice deli sansınlar ve bu hücreden çıkarmasınlar diye böyle bir eylemle deli taklidi yaptığını düşünür. Belli ki dışarıdan çok korktuğuna karar veren Trent, deli olmadığını düşünse de hücrede kalmanın daha güvenli olduğuna karar vermiştir. Kuşkusuz Hristiyan inancının sembolü olan haç işaretini seçmesi bir tesadüf değildir. Dünyanın en inançsız adamı gerçeklik karşısında çapaçaresiz kaldığında eski inançlara mı sığınmaktadır? İnsan çaresiz hissettiğinde güvenli limanı orada mı bulur? Yoksa katı rasyonellik saplantısıyla cevaplayamadığı sorular karşısında korkunç bir çelişkiye düşen bir adamın kayboluşu, çıldırması böyle mi olur? Kendini kaybetmiş biçimde eline yüzüne haç çizecek bütün dünyasını inancın sembolüyle boyayarak güvende kalmaya çalışacak kadar çıldırmanın altında yatan büyük boşluk, güvensizlik, çelişki bu sahnede açık biçimde görülür. Tabi bu noktada parçaları bir araya getirdiğimizde çaresi olmayan bir pişmanlık da sezinleriz. Modern dünyanın, rasyonalitenin yıktığı inanç, yerinde doğan büyük boşluk ve bu boşlukla baş edemeyen rasyonel insanın yaklaşmakta olan büyük felaket ve karanlık karşısında acaba şu eski inançları yıkmasa mıydık diye son bir sığınış çabası ve fakat bu sığınışın trajikomik içler acısı hali.

İşte bütün film boyunca Trent’in bu noktaya nasıl geldiğini izleriz. Trent sonunda inanmadığı bütün canavarlarla ve bütün rasyonelite dışı karanlıklarla bizzat karşılaşmış olarak kasabadan kaçmayı başarıp ‘gerçek’ dünyaya döner. Ama döndüğünde ya da döndüğünü sandığında -kitabın tek kopyasını yok etmişken- nasıl olduğunu anlayamadığı şekilde dünyaya lanet ve felaket getirecek kitabın kendi elleriyle yayıncıya ulaştırıldığını öğrenir. Hikayelerine inananların gücüyle kurmacasını gerçeklik düzlemine getiren Cane, onu da bir piyon gibi kendi gerçekliğinin içinde oynatmıştır. Zaten kitabın kapak resminde Trent vardır. Bu onun başı çektiği bir hikayedir. Ve başlangıçta inançsız adamımıza bir kafede saldıran baltalı manyak aslında yazar Cane’in eski menajeridir. Kitabın getireceği felaketi bilen tek kişi olarak bunu önlemek için kitaba ulaşacağını baştan bildiği Trent’i öldürmek istemiştir. Ama şimdi kitap piyasadadır. Salgın başlamıştır. Saklı tutulan, bastırılmaya çalışılan karanlık, dünyaya sızmıştır. Kaos ve vahşet her yere yayılmakta, bu sözde rasyonel dünyada insanlık şimdi çıldırmış biçimde kendi kendini yok etmektedir. Trent de bu durum karşısında çıldırır. Baltalı manyak, bu sefer kendisi olur. Sokakta elinde kitabıyla dolaşan bir okurun karşısına çıkar ve onu bizzat baltalar. İşte böylece filmin sonunda Trent’le birlikte hastanedeki hücreye döneriz.

“Her tür, kendi yok oluşunu fark edebilir.” Hücrede onu ziyarete gelen doktora böyle der. Dünyaya karşı bitmeyen bir öfke, bir de korku gizlidir herhalde böyle hissetmenin altında. Her şeyin ötesine geçerek insan türünün koca bir yanılgı olduğu ve ondan çok daha eski kadim bir karanlık tarafından yutulacağına dair bir inanç, dahası bir arzu. Bu bakışta, dünyaya, insana karşı olan tepki, bir de korku sonsuzdur. Dedik ya onlar kardeştir. Evlenemezler, ikisi de aynı yerden doğmuştur. Her şey bir vahşet içinde paramparça olurken Trent yıkılıp dökülen hastaneden bu kaosun arasında sokaklara çıkar dolaşır. Bir sinema salonunun önüne gelir. Kitabı okuyamayanlar için bir de filmi çıkmıştır. İnsanlığın kalanı da oradan hikayeyi izleyecek ve bu salgına dahil olacaktır böylece. Kitle toplumunda hakim anlatılardan kaçış yoktur. Trent de patlamış mısırını alıp salona girer, koltuğuna oturur. Film başlar. Perdedeki, izleyip durduğumuz filmin kendisidir. Oturup kendi hikayesini anlatan kitaptaki olayları yaşadığı filmi, hem de halen o filmin içindeyken izlemeye koyulur ve delicesine kahkahalar atarak güler. Meta-meta-meta hikaye bir anlamda. Doğrusu çok doyurucu bir son olmasa da gerçek ve kurmacanın, neye inandığımız ve nasıl algıladığımız doğrultusunda değişen, çarpık ve düzgün, öznel ve güvenilmez gerçekliğin doğasını yansıtması, gerçeklikleri karşılıklı aynalar içinde sonsuz kez yansıyan görüntü gibi iç içe geçirmesi açısından başarılı.

Biraz ondan biraz bundan, ama ilginç bir çorba ‘Çılgınlığın Ötesinde’.

Ve bu gerçeklikte yine sabah oldu. Beklemekten, çok uzun süre aynı pozisyonda oturmaktan belim boynum tutuldu, elim ayağım uyuştu. Olsun, dışarıdan daha güvenli burası, bu dört duvarın arası. Korkuyor muyum nefret mi ediyorum? Korkumu saklamak için nefret eder gibi mi yapıyorum yoksa her ikisi de mi? Yine de oturup korku filmi izleyecek halim yok. Korkuyu bilmeyenler, görmeyenler, bilemeyenler, göremeyenler, bilmek ve görmek zorunda kalmasınlar diye filmlerde izlesinler korkuyu, öyle telafi etsinler, geçiştirsinler durumu. Ben bir süre daha sakince oturup korkuyu bekleyeceğim.

Psikesinema 8. sayı, Kasım-Aralık 2016

MAD Yazar:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir