DOĞMAK ZOR, ÖLMEK İMKANSIZ

Ticari sinema, geniş kitleye ulaşabilmek için bir taraftan izleyicinin arzularını ve beklentilerini karşılamak, diğer taraftan da onun ruh halini bir ölçüde yansıtmak eğiliminde olmuştur. Bu bakımlardan dönemin ruhunu yakalayabilen filmler, izleyiciye bir tatmin de sunabildikleri ölçüde ticari olarak başarılı olurlar. Dünyada ticari sinemanın ana aktörü olan Hollywood sineması da bu yönüyle öncelikli olarak Amerikan toplumunun, sonra da hitap etme amacında olduğu dünya toplumlarının zamanın ruhu içindeki hislerinin yansımalarına yer veren ve onlara tatminler sunan filmlerin üretildiği bir merkezdir. Son yıllarda uzun bir dönem boyunca kaçışçı fantazya anlatıları ön plana çıkmış olmakla beraber Hollywood sinemasının örneklerini incelemek, hitap ettiği dev kitlenin ortaklaştığı hisleri ve arzuları, bir bakıma kitlenin bilinçdışını anlamak için verimli bir yoldur.

Bununla birlikte sinema, gerçekliği zaman boyutuyla kayıt altına alan bir teknolojinin doğurduğu bir sanat olarak, doğrudan bellekle ilişkilidir. Bellek ise varoluşumuzu anlamlandırmanın, kültürümüzün ve kişiliğimizin temelinde yer alır. Bir kitle sanatı olan sinema ve özellikle de popüler sinema da toplumun belleğini oluşturmada ve yansıtmada önemli bir rol oynarken; toplumun geçmişinden neyi ne kadar hatırlamayı ve neleri unutmayı arzuladığını da gösterir. Bellekte muhafaza etme ve unutma tercihleri, toplumsal kimliğin kuruluşunda işlev görür.

Bellek ve unutma biçimlerinin konu olarak en merkezde olduğu Hollywood filmlerinden birisi de 2002 yapımı Geçmişi Olmayan Adam (The Bourne Identity) filmidir. Doug Liman tarafından yönetilen filmin senaryosu, Robert Ludlum’un 1980 tarihli aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Dört devam filmiyle sürecek Bourne serisinin bu ilk filmi, Akdeniz’de Marsilya açıklarında denizde dalgaların arasında baygın olarak sürüklenen Jason Bourne’un balıkçılar tarafından bulunup kurtarılmasıyla başlar. Filmin hikayesi özet olarak, hafıza kaybı yaşayan Amerikalı gizli ajan Jason Bourne’un kimliğini arayış ve hayatta kalma mücadelesini anlatır. Bu süreçte film, başta Paris olmak üzere çeşitli Avrupa şehirlerinde geçer ve Bourne’un başarısız olduğu bir suikast operasyonunun ardından, CIA yetkililerinin kirli operasyonun izlerini silmek için onu ortadan kaldırma çabaları ve Bourne’un arayışı arasındaki çatışma ile ilerler. Film, tür olarak bir casus filmi olma niteliğini taşırken yoğun dozda aksiyon içerir. Bu bakımdan casus hikayesi türünü aksiyonla buluşturan melez bir türde yer alırken, hikayesinde psikolojik temanın ağır basması ile de benzerlerinden ayrılır.

Filmin merkezinde, yaşadığı hafıza kaybının ardından ajan Bourne’un kimliğini ve belleğini arayışı vardır. Bu arayış film boyunca evrilerek, bellek yitiminin nedeni olan travmanın da ortaya çıkmasıyla filmin sonunda başka bir form alacaktır. Bu noktada söz konusu 2002 yapımı bir film olsa da klasik uyarıyı yapmam gerekir ki; filmin detaylı bir incelemesinin yapılacağı bu yazıda, film içinde açığa çıkacak bütün gerçekler açıkça yer alacaktır (‘spoiler alert’).

Filmin incelemesinde, başlıca iki yol izlenebileceği kanaatindeyim. Bu yollardan ilki, filmin yapım yılı göz önünde tutularak tarihsel ve toplumsal olayların bir yansıması olarak filmi ele almakken; ikinci yol da daha soyutlanmış bir düzlemde psikanalitik bir yoruma başvurmak olabilir. Neticede ise bu iki yolun da kesişeceği bir sentez ile sağlıklı bir nihai çıkarım yapmak mümkün olacaktır.

Filmi tarihsel ve toplumsal yönleriyle ele alarak başlayalım. Yazının başında belirtildiği gibi filmin senaryosu, Ludlum’un 1980 tarihli romanına dayanıyor. Ancak senaryonun yazımında, romanın ana teması korunurken çeşitli ögelerin çıkarılması, yeni ögelerinin eklenmesi ve bazılarının da başkalaştırılmasıyla hikaye büyük değişimlere uğratılmış. Ludlum’un romanında, ana karakter olan Jason Bourne gerçek bir kişilik olan ünlü terörist Çakal Carlos’un peşine düşerken, filmde bu eksen tamamen değiştirilerek ana çatışma gizli ajan Bourne ve onu ortadan kaldırmak isteyen CIA gizli operasyonu arasında kurulmakta. Ludlum’un esinlendiği tarihsel koşullara ve gerçeklere bakıldığında, roman ve film arasındaki farklar aracılığıyla 1980’ler ve 2000’ler arasındaki tarihsel ve toplumsal farklılıklar da daha iyi anlaşılabilir. Ludlum’un romanının ana kötü karakteri olan ve Çakal Carlos adıyla tanınan İlyiç Ramirez Sançez, 1973 ile 1985 yılları arasında çeşitli eylemler yapmış olan dünyaca tanınmış Venezüellalı teröristtir. Marksist-Leninist görüşteki Carlos, ABD ile SSCB kutupları arasındaki soğuk savaş döneminde kapitalist Batı kutbunu hedef alan terörist eylemlere imza atmıştır. Bu bakımdan Ludlum, Çakal Carlos gibi soğuk savaş dönemi çatışmalarının en meşhur aktörlerinden birini kötü karakter olarak romanına yerleştirirken, romanın yazıldığı zamanı kendi açısından yansıtmış olur.

Edebiyatta ortaya çıkan casusluk hikayesi türü, popülerlik açısından en yüksek dönemini soğuk savaş yılları sırasında yaşamıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarının ardından özellikle artık sıcak savaştan kaçınılan Avrupa coğrafyasında kontra faaliyetlerle kapitalist ve sosyalist kutuplar arasında ‘soğuk’ yani üstü örtülü bir mücadele ve çatışma sürmüştü. Bu mücadelenin baş aktörleri de ajanlar veya başka bir deyişle casuslar olmaktaydı. Türlü istihbarat ve sabotaj faaliyetlerinin yanı sıra suikast de başvurulan yöntemlerden birisi olagelmişti. Bu tür faaliyetlerin yoğun biçimde yaşandığı bu yıllara hakim olan paranoya ve korku iklimi içerisinde casus hikayeleri de kendine zamanın bir yansıması olarak yer bulacaktı. Ludlum’un romanı da böyle bir zamanın ürünü olarak öne çıkmıştı. Romanda ABD hükümeti adına çalışan Bourne, hafıza kaybı öyküsü içinde CIA ile yanlış anlaşılmalarla oluşan çatışmalar yaşasa da, ana çatışmayı karşıt kutbun aktörü olan Çakal Carlos ile yaşamaktadır. Bu da o zamanki iki kutuplu dünya düzeninde yaşanan soğuk savaş çatışmasının popüler edebiyattaki bir yansımasıdır.

2002 yapımı film uyarlamasında ise romanda karşıt kutbu oluşturan Çakal Carlos, hikayeden tamamen çıkarılmıştır. Dahası zamanın bir yansıması olarak filmin hikayesinde net bir siyasi karşıt kutup da yoktur. Çakal Carlos zaten gerçek hayatta 1994 yılında Fransa’da yakalanmış ve hapsedilmiştir. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1992’de Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından ise iki kutuplu dünya dönemi sona ermiş, bu anlamdaki soğuk savaş geride kalmıştır. Böylece filmin hikayesinde ana çatışmanın -sosyalist blokla olmaktan çıkarılarak- CIA gizli operasyonu ile artık istenmeyen adam haline gelen ajan Bourne arasında kurulması tercih edilmiştir. Şimdi bu durumun gerekçelerine bakalım. Filmin hikayesinde, Bourne’un başarısız bir suikast girişiminde bulunduğu kişi, Paris’te sürgünde olan Afrikalı lider Wombosi’dir. Bu bakımdan, soğuk savaş dönemi bitmiş olsa da ABD hükümetinin sınır ötesindeki gizli faaliyetleri devam etmekte olduğu, fakat bu sefer bunu tek kutuplu dünyadaki üstünlüğünü devam ettirmek ve dünya ölçeğinde çıkarlarını korumak adına yaptığı gösterilmiş olur. Filmde bu kirli suikast faaliyetleri, CIA tarafından yönetilen sınır ötesi bir gizli örgütlenme olan “Treadstone Operasyonu” adı altında gerçekleştirilir. Filmin yönetmeni Liman, filmin hikayesini bu yönde kurarken 1986 yılında ifşa olan İran-Kontra skandalından yola çıktığını belirtir. Bu skandalda, Ronald Reagan yönetimi sırasında ABD derin devletinin Nikaragua’daki solcu hükümeti devirmek için anti-komünist silahlı gruplara yapacağı parasal yardımın kaynağını, ambargo altında olan İran’a gizlice kaçak silah satışıyla sağladığı ortaya çıkmıştır. Soğuk savaş dinamikleri içinde gerçekleşen 1986 yılındaki bu skandalı 2002 yılında filmine bir çıkış noktası olarak alan yönetmen, bu anlamda ABD’nin soğuk savaş yıllarında yürüttüğü gizli dış operasyonların soğuk savaş sonrası dönemde de aslında farklı koşullar ve dinamikler altında olsa da bir şekilde devam ettiğini vurgulamış olur. Medyada ifşa olan bu tür skandallarla, ABD’nin gizli operasyonları kendi kamuoyunda da zaman zaman eleştiriye uğramıştır. Yönetmen Liman’ın da bu bakımdan temelde eleştirel bir yaklaşımdan yola çıktığı anlaşılır. İkinci kutbun kalmadığı dünyada antagonist kutup da artık sosyalist blok olmayacak, bunun yerine film eleştirel bir yaklaşımla karşıt kutba ABD hükümetinin gizli operasyonunu koyacaktır.

Filmin hikayesi bu şekilde kurulmakla birlikte -ticari başarıyı amaçlayan bir Hollywood filmi olmasının da gereği olarak- filmde siyasi olarak eleştirel bir tavrın belirgin bir biçimde öne çıktığı da söylenemez. Roman filme uyarlanırken, içeriğin siyasi yönü zayıflatılarak hikayenin psikolojik yönünün ön plana çıkartıldığı görülmektedir. Denilebilir ki; hikayede öne çıkan siyasi tavır, artık soğuk savaş sonrası dönemde eskinin sert ve kirli operasyonlarının geride bırakılmasına dair bir arzudur. Bu noktada da travma kavramı önem taşır. Filmin ana karakteri Bourne, aslında bir çeşit travma yaşamaktadır. Filmin sonlarında flashback sahnelerinde olanları hatırlamasıyla ortaya çıkacağı üzere; Bourne Afrikalı lider Wombosi’yi denizin ortasındaki yatında öldürecekken, aynı odada uyumakta olan Wombosi’nin eşi ve iki küçük çocuğunu fark etmesiyle bu eylemi gerçekleştiremez. O anda yapmak üzere olduğu eylemin gerçek insani niteliğiyle sert bir yüzleşme yaşar ve bunun sonucunda geçmişte yaptığı benzer eylemlerin yükünün de bu yüzleşmeyle üzerine binmesiyle onda bir travmaya neden olduğu yorumu yapılabilir. Gerçekleştiremediği eylemin ardından oradan -yani bir anlamda travmasından- kaçmaya çalışırken ölme tehlikesi atlatan Bourne’un zihninin bu duruma tepkisi ise geçmişini ve kişiliğini unutmak olur. Bu yolla yüzleşmenin ağırlığı altında gerçeklikten ve kendinden mutlak bir kaçış gerçekleştirir.

Bu noktada tarihsel ve toplumsal yönden filmi ele alırken değinmemiz gereken önemli olay, 2001 yılında Amerika’nın New York şehrinde yaşanan 11 Eylül terör saldırıları olmalıdır. 2002 yapımı olan filmin çekimleri, aslında 11 Eylül 2001 saldırılarından önce tamamlanmış durumdadır. Ancak ilginç biçimde zamanın ruhu, filmin hikayesini ve 11 Eylül’ü birbirine bağlar. Burada da yine travma başroldedir. 11 Eylül terör saldırısı, ABD’nin sınır dışı operasyonlarına bir karşılık vermek amacıyla gerçekleştirilmişti. Böylece, o güne kadar kendi sınırları dışındaki operasyonlarda türlü şiddet, savaş ve öldürme eylemleri gerçekleştiren ABD devletini destekleyen Amerikan toplumu, bu sefer şiddetin ve ölümün kendi ülkesinin kalbine taşınmasıyla tarihinde yaşadığı travmaların en ağırlarından birini yaşamış oldu. Toplum, kendi devleti tarafından üretilen şiddetle arasına koyabildiği fiziksel ve duygusal mesafeyi bir anda yitirerek onunla yüz yüze gelmiş oluyordu. Filmde Bourne’un başına gelen de bu durumun bir benzeridir. O da o güne kadarki bütün kirli eylemleriyle arasına, sorgulamayan bir itaat, görev bilinci ve aldığı eğitim yoluyla duygusal bir mesafe koyarak yaşamına devam ederken; kurbanının yanında onun ailesini görmesi işlediği cinayetlerle bir yüzleşme yaşamasına ve bu yolla tetiklenen bir travmanın doğmasına neden olur. Bu bakımdan filmdeki bu an, Amerikan toplumunun devletin yürüttüğü saldırgan ve kirli dış politika ile arasına koyduğu mesafeyi yok eden 11 Eylül saldırıları ile benzer bir işlev görür.

Filmde Bourne’un o an fark ettiği durum, hükümet adına gerçekleştirdiği eylemlerdeki kendi insani sorumluluğudur. Bu sorumlulukla yüzleşme yaşadığı anda da belleğini bastırarak sert gerçeklikten kaçma yoluna gider. Benzer biçimde soğuk savaş dönemi ve sonrasında ABD’nin gerçekleştirdiği kirli sınır dışı operasyonlar devam ederken devletine destek vermiş olan Amerikan toplumu da bu eylemlerin sonuçlarında insani olarak sorumluluk payına sahiptir. Yüzleşmenin gerçekten ne kadar gerçekleştiği tartışılır olmakla birlikte; 11 Eylül saldırıları da bu tarihsel şiddetle somut bir yüzleşme anı oluşturur. Sınırları dışındaki devlet şiddetiyle arasına bir mesafe koyarak yaşamını devam ettirmiş olan Amerikan toplumu, bu eylemle bu mesafenin kısa süreliğine de olsa yitimine şahitlik eder. 11 Eylül 2001’in yarattığı travmanın henüz çok taze olduğu 2002 yılında vizyona giren filmde de, Bourne’un geçmiş günahlarındaki insani sorumluluğu ile yüzleşmesinin yarattığı travmanın ardından gelen hikayesi anlatılır. Bu anlamda Bourne, Batı bloğunun soğuk savaş ve sonrasındaki dönemdeki sert ve kirli operasyonlarının travmasını taşıyan yanını temsil eder.

Filmin kadın başrol karakteri Marie ise hikayenin tamamlayıcı unsurudur. Bourne’un Zürih’teki Amerikan Konsolosluğu’nda karşılaştığı Marie, savruk biçimde hayatı oradan oraya sürüklenen, bir düzen tutturamamış genç bir Avrupalı kadındır. İptal olan Amerika vizesini tekrar çıkartmaya çalışmaktadır. Bourne ile karşılaşması ile onun hikayesine dahil olur. Tarihsel ve toplumsal yönden bakıldığında Marie, dünyada neler olduğundan habersiz, Avrupa refah toplumunun güvenli sınırları içerisinde çocuksu bir şımarıklıkla savruk bir yaşam süren sıradan Avrupa insanını temsil eder. Henüz Bourne’un yaşadığı travmanın nedeni olan gerçekliklerle yüzleşmemiştir. Tarihsel olarak Avrupa ve bilhassa da filmin çoğunun geçtiği Fransa, Batı bloğunun parçası olarak sınır dışında sürdürülen şiddete tepki olarak gelişen terör ile sonraki yıllarda yüzleşecektir. Marie’nin savrukluğu daha çok bir amaçsızlıktan kaynaklanır gibidir. Bourne’a eşlik ederken bir anlamda savruk hayatında kendisine bir amaç edinmiş olur. Marie, hikayenin devamında Bourne’un geçmişinde yaptığı kirli eylemleri öğrendiğinde önce ona bir mesafe koyup ondan uzaklaşsa da, sonrasında Bourne’un pişmanlığına ve yeni bir geleceğe kaçış arzusuna ikna olacaktır. Böylece anlatıda bir Amerikalı ve bir Avrupalı karakter bir araya gelerek travmadan ve gerçeklikten ortak bir kaçışın peşine düşmüş olur. Zaten artık Avrupa coğrafyasında soğuk savaş ve karşı kutbun destekçisi iç düşmanlar da yoktur. Bourne’un hedefi olan Afrikalı lider Wombosi Paris’te olsa da, bu durum Batı dünyası sınırları dışındaki bir çatışmanın bir uzantısıdır. Amerikalı Bourne kendi kirli geçmişinden, Avrupalı Marie ise amaçsızlaşmış hayatından kaçacak ve filmin sonunda birlikte huzurlu yeni bir hayat kurmak üzere bir Yunan adasında buluşacaklardır. Böylece filmin sonunda, zamanın ruhuna uygun olarak, Batılı insanın gerçeklerden kaçış ve huzur fantezisi tamamlanmış olur.

Filmde travmanın bastırılması, eskinin tamamen silinip unutulması ve huzurlu yeni bir yaşam kurulması arzulanır. Bourne filmin sonunda birey olarak bu amacına ulaşır gibi görünse de, ABD’deki CIA operasyonları hakkındaki üst düzey toplantı sahnesinde, devlet yetkilileri “Treadstone Operasyonu”nun üzerini örttükten hemen sonra yeni bir operasyonu konuşmaya geçerler. Yani birey, travmatik bir dönemi aşıp huzura ulaşmayı arzularken, siyaset düzeyinde kirli oyunlarla örülen güç savaşları devam edecektir. Film, 11 Eylül saldırıları ile bir travmaya maruz kalan Amerikan toplumun, travmadan geçmişi silerek kaçma fantezisini dile getirirken bunun aslında sadece bireysel düzeydeki mümkünlüğünü sunar. Geçmişinde usta bir katil olan Bourne, travmasında kendisi de sorumluluk sahibidir. Geçmişini silerek, bir katil olmaktan vazgeçmek ve yeni bir hayat ve kişiliğe, böylece de huzura kavuşmak istemiştir. Travma ve sorumluluk, bu anlamda filmin ana eksenini belirleyen bellek yitiminin nedenleri olarak filmin ana temasını kuran kavramlar olur.

Filmin tarihsel ve toplumsal incelemesi böyleyken, psikanalitik bir yaklaşımla bakıldığında da film, hikayenin psikolojik yönünü ön plana çıkarmasıyla zengin bir malzeme sunar. Ana karakterin soyadı olan ‘Bourne’ kelimesi fonetik olarak İngilizce’de ‘doğmuş’ anlamına gelen ‘borne’ kelimesini andırmaktadır. Filmde de Bourne, geçmiş yaşamından ayrılarak yeni bir yaşama doğmaya çabalar. Diğer taraftan, Bourne isminin tarihte belgelenen ilk disosiyatif füg vakalarından olan Ansel Bourne vakasından esinlenerek bu karaktere isim olarak verildiği düşünülmektedir. Ansel Bourne, 1887’de bir gün bütün geçmişi ve kimliğine dair hafızasını kaybetmiş, sonrasında da Brown ismini alarak yeni bir yaşama başlamıştır. Yeğeni olan ünlü psikolog William James onu hipnoz altında incelemiş ve içinde Bourne ve Brown kişiliklerinin birbirlerinden habersiz olarak aynı anda var oldukları sonucuna varmıştır.

Daha açılış karesinden başlayarak psikanalitik bir alt metin film boyunca işler. Filmin ilk karesinde karanlık denizde yüzen hareketsiz bir beden görülür. Bu görüntü, anne karnında sıvı içinde yüzen bir bebeği andırır. Balıkçı gemisinden fark edilmesiyle, suda yüzen Bourne’un bedeni balıkçılar tarafından sudan çıkarılır. Böylece önceki yaşamını terk etmiş olan Bourne, acı verici biçimde yeni yaşamına doğar. Bu yeni doğumun ardından, şimdi yeniden kim olduğunu ve hayatta ne yapacağını bulamalıdır. Bir anlamda ailenin gözetimi altındaki ilk bakımı, dış dünyadan ayrı ve korunaklı gemi ortamında gerçekleşir. Doktorluk becerisi olan bir denizci, onun tedavisini ve bakımını üstlenir. Gemiden ayrılıp karaya adım attığında ise toplumun içine adım atmış olur. Denizcinin ona verdiği bir miktar parayla bu anlamda aileden ayrılır ve var olma mücadelesini devam ettirmek üzere toplumla karşılaşmaya gider. Bu noktadan itibaren de bitmeyen sert bir kavga ve mücadele süreci başlar. Korunaklı aile ortamından çıkıp toplum içinde birey olarak var olmak, mücadele gerektiren bir süreçtir. Bu süreçte, Bourne’un belleğini yitirmiş olmasına rağmen önceki hayatından miras aldığı motor becerilerini taşıyor olması işine yarayacaktır. Dövüş, güvenliğini sağlama ve tehlikeden kaçma konusunda işine yarayan ve adeta otomatik olarak işleyen bu becerileri sayesinde hayatta kalmayı başarır.

Freud’un psikanaliz kuramının terimleriyle, bu saldırgan, hayatta kalmaya ve arzusuna ulaşmaya yönelik vahşi becerilerin ‘id’i temsil ettiği söylenebilir. Onu kısıtlamaya, yakalamaya, boyun eğdirmeye çalışan güçler ise bu anlamda ‘süperego’yu temsil eder. ‘İd’ ve ‘süperego’nun çatışması arasında Bourne, ‘ego’sunu inşa etme ve ayakta tutma mücadelesi verir. Bu sırada karşılaştığı ve yardımını talep ettiği Marie ise film boyunca Bourne’u tamamlayıcı bir rol oynar. Zürih’ten Paris’e yaptıkları araba yolculuğu boyunca Marie, Bourne’a kendisini anlatır. Bourne varış noktası olan Paris’e ulaştığında, Marie’den ayrılmak istemez ve ona bu dünyada tanıdığı tek insanın o olduğunu söyler. Bu anlamda Bourne, her ne kadar gemiden ayrılarak toplum içindeki yetişkinlik mücadelesine adım atmış gibi görünse de, sürekli olarak regresyon yani gerileme içinde olan çocuksu bir yapıdadır. Marie de onun bu durumunda anne rolüne bürünmüştür. Ona yardım eder, saldırgan dünya karşısında onu arabasına alarak seyahat boyunca koruyup kollar, bir taraftan da ona sevgi ve yakınlık sunar. Mücadele ve kaçış serüvenini bu noktadan sonra birlikte yürüten Bourne ve Marie’nin daha sonra Paris’te sığındıkları otelin adı olan “Hotel de la Paix”, dilimize “Barış Oteli” veya “Huzur Oteli” olarak tercüme edilebilir. Karmaşık ve tehlikeli bir geçmişe sahip olduğunu fark eden Bourne için de, bundan sonraki ana amaç etrafındaki tehlikeleri bertaraf edip huzurlu bir yaşama kavuşmaktır.

Marie, kaldıkları “Huzur Oteli”nin odasında bir rol değişimi yaşayacaktır. Polis ve CIA tarafından aranmakta olduklarından Bourne, Marie’nin tanınmasını zorlaştırmak için saçlarını boyamasına ve kısaltmasına yardım eder. Bourne, böylece Marie’yi dönüştürerek onu anne rolünden çıkarıp eş rolüne sokmuş olur. Ödipal anlamda yaşadığı bu değişimle Marie, Bourne’un romantik partneri haline gelir ve neticesinde otel odasında birlikte olurlar. Bu bakımdan Marie isminin Hz. Meryem ve Mecdelli Meryem temsillerine karşılık gelmesi de anlamlıdır. İncil’lerde Hz. Meryem kutsal annenin temsiliyken, Mecdelli Meryem ise Hz. İsa’nın yeniden dirilişinin ilk şahidi olan kadındır. Böylece bu noktadan sonra ikinci rolüne bürünen Marie, Bourne’a mücadelesinde yardım edecektir. Filmin ilerleyen bölümlerinde Marie’nin bir arkadaşının çiftlik evine sığınmalarının ardından Bourne, peşlerinden gelen ajanı öldürüp, Marie’yi güvenliği için arkadaşı olan baba ve iki çocuğundan oluşan aileye teslim ederek filmin sonuna kadar ondan ayrılır. Bourne, bu sekansta çocuklara olan sempatisini, aileyi koruma isteğini gösterir ve Marie’yi elindeki parayla birlikte onlara teslim ederek de onunla bir aile olma arzusunu belli eder. Bourne, mücadelesinin kalanını tek başına tamamladıktan sonra, filmin sonunda Marie’yle tekrar birleşecektir.

Bourne’un bir aksiyon kahramanı olarak benzerlerinden ayrıksı bir yerde durduğunu da belirtmek gerekir. O, kendine güvenli ve cesaretle dünyaya meydan okuyan bir kahraman tiplemesi değildir. Aksine kaybolmuş ve çocuksudur. Yeni zamanların, 11 Eylül sonrasının bir kahraman tipoljisidir. Travmatize olmuş, kendi suçluluğunun da bilincinde, karmaşık dünyada yeni bir yol arayan ve kendini sorgulayan bir kahraman. Aslında bir regresyon yani gerileme durumundadır. Artık yakınlarının veya toplumun çıkarlarını korumak, bir görev ve ödev için öne atılan bir kahraman olmaktan ziyade, sadece kendi kişiliğini ve huzuru arayan, bunun için mücadele eden ve hayatta kalmak için savaşan bir karakterdir. Arzusu bir anlamda dünyanın korkunçluğundan kaçıp ana rahmine döner gibi mutlak huzura kavuşmaktır. Bunun için de kendi kişiliği ve geçmişi de dahil gerçeklikten bütünüyle kaçma güdüsüyle doludur.

Matt Damon’ın filmin başrol oyuncusu olarak tercih edilmesi de bu duruma uygundur. Bu filme kadar Matt Damon, kariyerinde aksiyon becerileriyle değil, oyunculuk becerileriyle tanınmış bir aktördür. Hiçbir bakımdan alışıldık popüler aksiyon filmi yıldızı tipolojisine uymaz. Ne yakışıklılığı, ne karizması, ne aksiyon ve dövüş becerileri, ne de vücut görünümü alıştığımız aksiyon yıldızlarınınki gibidir. Onun esas becerisi duyguları yansıtma kabiliyetindeyken, imajında öne çıkan özellikler de çocuksuluk ve sıradanlıktır. Bu özellikleri ile tam da Bourne’un yansıttığı duruma uyar. Bu kahraman tipolijisinin ve formülasyonun 11 Eylül sonrası dünyada karşılık bulduğu, filmin başarısından ve ilkinin ardından dört devam filminin çekilmesinden de anlaşılmaktadır.

Romantize edilen bir kahraman tipi olmayan Bourne, bu anlamda acımasız bir dünya içerisindedir. Başarısız olan bir casus olarak, sistem tarafından kirli izlerini örtmek için ortadan kaldırılmak istenir. Bourne, hizmet ettiği sistem için bir insan değil, sadece işlevsel olarak kullanılan ve rahatlıkla gözden çıkarılabilecek bir silahtır. Bu bakımdan, soğuk savaş döneminin kirli oyunları içinde bir dönem silah olarak kullanılanların, sistem için tehlikeli olduklarında başka bir dönem gözden çıkarılabildiği gerçekliği yansıtılmış olur. Benzer örnekleri soğuk savaş döneminde Batı bloğunda yer almış olan ülkemizin tarihinde de görmemiz mümkün olan nice aktör, sonraki dönemlerde ya taraf veya rol değiştirerek yine başka yollarla birer aparat olarak yaşamına devam edebilmiş ya da tehlike arz ettiklerinde gözden çıkarılmışlardır.

Diğer bir açıdan ise, Bourne yabancılaşmış insanı temsil eder. Günümüzün kapitalist toplum düzenlerinde gittikçe yabancılaşan, kaybolan, tarihsizleşen, köksüzleşen, anlamı kaybeden insanı simgeler. Bu nedenle hikayesi gayet tanıdıktır. Günlük yaşamın derisinin altındaki sömürü ve vahşetle gerçek bir temas kurmaktan kaçınan insan, Bourne’un eski hali gibi araçsallaşmış, metalaşmış insandır. Bourne, yaptığı eylemleri yapabilmek için kişiliğini ve insanlığını baskılamış birisidir. Özellikle filmdeki diğer suikastçi ajan tiplemelerinde bu durum açık olarak görülür. Hepsi de karikatürize düzeyde duygusuz ve soğukkanlı davranır. Kendilerine ait bir kişilik sahibi bireyler olmaktan çok programlanmış birer silah gibi hareket eden bu ajanlar ölüm anlarında ise zavallılaşırlar. Fakat kurbanı ile empati kurup suçluluk duymayı başarabilen Bourne, bu yapıdan sıyrılarak insani bir karaktere kavuşmaya çalışır. Bunu yapabilmek içinse artık duygusal olarak mesafe koyamadığı kirli geçmişini tümüyle baskılayarak belleğini yitirme yoluna gider.

Travmanın ardından sert gerçeklikten kaçışın kolay yolu, geçmişte bütün olan biteni unutarak romantize edilmiş bir yeni başlangıç arayışı olur. Bu bakımdan Bourne’un hikayesi, insana çekici gelir. Bourne, otomatize biçimde yapmayı öğrendiği araçsallaştırılmış mücadele ve hayatta kalma becerilerini kullanırken bu araçsallaşma halinin ürettiği insanlık dışı deneyimi ise belleğini yok ederek bastırır. Bu tabi ki sahte bir doyum üreten ve fakat çekici bir fantezidir. Fantezinin devamında da Bourne kendini araçsallaştıranları da yok ederek onlardan kurtulmayı başarır ve arzuladığı yeni huzurlu hayata yol alır. Filmde mutlu sonla, bir kazan-kazan durumu ve fantezisi sunulmuş olur.

İzleyiciyi tatmin eden bu hoş fantezinin ne yazık ki gerçeklikte pek bir karşılığı yoktur. Araçsallaşmış, metalaşmış hallerimizden bir gün bir yüzleşmeyle sıyrılmayı başaracak olsak bile, sanırım bunun sağlıklı yolu travmatik bir bellek yitimiyle olmayacak. Yeni bir dünya ve yaşam da eskisinin becerileri ile kurulamayacak. Bu regresif çocuksu fantezinin ötesinde, daha huzurlu yeni bir dünya ve yaşamı kurmanın yolu, tam tersine belleğin güçlendirilmesi ile olacaktır. Ancak eskinin yanlışlarının, hatalarının belleği daha doğru ve güçlü biçimde tekrar kurarak farkına varmak, bilincinde olmak, onları sağlıklı biçimde tahlil etmek bizi sağlıklı ve gerçek yeni ufuklara taşıyabilir. İnsan anlayamadığı, anlamlandıramadığı bir dünya ve süreç içinde kaybolur, mücadele edemez. Bu nedenle doğru biçimde kurulmuş bir bellek, sağlıklı biçimde var olmanın ve mücadele etmenin ön koşuludur.

Bugünlerde de ülkemiz taze bir travma yaşamakta. Bireylerin önünde kabaca iki yol var. Filmin sunduğu sahte çözümde olduğu gibi, çocuksu biçimde olan biten her şeyi bastırıp unutmaya çalışarak kaçış fantezileri kurmak veya gerçekten bu travmanın ardındaki belleği güçlendirerek geçmişi yeniden doğru biçimde anlamak, anlamlandırmak ve bu yolla yeni çözümler aramak. Çocuksu kaçışların ardından yeni travmalar bizi yeniden bulacaktır. Gerçek çözüm, güçlü bir bellek vasıtasıyla bizi bugünlere getiren süreçlerin ve etmenlerin daha iyi anlaşılmasında ve böylece travmalara rağmen gerçekliğin içindeki yaşama savaşına devam edebilmekte.

Psikesinema 59. sayı, Mayıs-Haziran 2025

MAD Yazar:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir