Aynaya baktım dün gece. Garip yüz mimikleri yapıp kendimi izledim. Filmlerdeki delirme klişelerini oynadım aynanın karşısında, deli bakışları attım, ağzımı yüzümü yamultup, dilimi dışarı çıkardım. Hastaneye yatırın beni diye sayıkladım sonra. Çocukluğumun gecelerinin yatmadan dua ettiğim Allah’ı neredesin? Beni yalnız bıraktın bu boşlukta? Ben miydim bu aynadaki? Ama aynaya da bakmasam nereden bilecektim kendimi? Aynanın ardındaki, bu göz çukurlarından görünen. Dokunabilsem aynanın diğer tarafındakine, ulaşabilsem, kalksa aradan bu görünmeyen perde.
Carl Gustav Jung bir röportajında şöyle özlü bir söz söylemiş: “Bilinçdışı gerçekten bilinç dışıdır.” Yani bilinemez, adı üstünde, bilincin dışındadır. Belki türlü türlü işaretlerle, rüyalarla, sezgilerle, dil sürçmeleriyle gösterir kendisini, bilemem. Ama bildiğim kadarıyla Freud’un teorisine göre çok derin ve büyük olan bu bilinçdışı bölgesi bizim bilincimizdekileri, düşüncelerimizi ve kararlarımızı etkileyen, belirleyen yerdir. Kendimize ait gerçekler orada saklıdır. İşte bazı işsiz güçsüz sıkıntılı insanlar merak ederler, dünyanın bütün tasasını kederini bir yana bırakıp kendi içlerine, bilinmeyene bakmayı denerler.
Film, bulutlu bir gökyüzünün yansıdığı durgun deniz yüzeyinin ekranı kaplayan görüntüsüyle açılır. Derinlerinde neler olduğunu bilemediğimiz engin bilinçdışının bulanık ve gizem dolu yüzeyi midir bu? O durgun ve gizemli örtünün altında sonsuz bir derinliğe uzanan diyarda neler vardır? Bilinçdışının bu gizemli alanı, insanın, dünyadaki varoluşunun anlamı veya anlamsızlığıyla, ölüm gerçeğiyle, inançla, akli rahatsızlıklarla, iç huzursuzlukları ile yüzleşmesinde ve cebelleşmesinde yol gösterir mi bize?
Filmin başlangıcındaki durgun deniz yüzeyi görüntüsünün üzerinde Bergman’ın, filmini o dönemki eşi Käbi’ye ithaf ettiği yazar. Bergman neden bu filmi eşine ithaf etmiştir, filmde anlatılanlarla eşi hakkındaki düşünceleri arasında özel bir bağ var mıdır yoksa bu ithaf sadece hayatı onun için anlamlı kılan ve ona destek olan kişiye bir teşekkür müdür bunu şimdiden ve buradan bakıp bilemeyiz. Ancak filmin merkezinde ruhsal sorunları olan bir kadın karakter, Karin vardır. Filmin mekanı olan Fårö adası İsveç’in güneydoğu sahiline yakın, İsveçliler’in yaz tatillerinde gitmeyi tercih ettikleri bir adadır. Bergman 60’lardan itibaren yaşamının çoğunu bu adada geçirmiş, burada filmler çekmiş ve nihayetinde bu adada yaşama veda etmiştir.
‘Aynadaki Gibi’, Bergman’ın ‘Oda Üçlemesi’ olarak tabir edilen filmlerinden ilkidir. Filmlere ‘Oda Üçlemesi’ denmesinin nedeni Almanya’da ortaya çıkan ve İsveç’te ünlü oyun yazarı Strindberg’le devam eden oda tiyatrosu geleneğinin etkilerinin bu filmlerde yoğun olarak görülmesidir. Almanya’da ortaya çıkan bu tiyatro akımı sinemayı da etkilemiş, Alman sinemasında ekspresyonizmin etkisinin ağır bastığı dönemlerde oda tiyatrosunun etkisinin görüldüğü filmler de çekilmeye başlanmıştır. Almanca adı ile ‘Kammerspiele’, (İngilizcesi ‘Chamber Play’, doğrudan Türkçe’ye çevirirsek ‘Oda Oyunu’) yani ‘Oda Tiyatrosu’, ismini aslında daha küçük ve seçkin gruplara, bir konser salonu yerine özel mekanlarda, bir orkestraya kıyasla az müzisyen ve enstrümanla icra edilen ‘Oda Müziği’nden almıştır. Daha seçkin bir dinleyici grubu (mesela aristokratlar) karşısında daha az müzisyenle bir sarayın odası gibi bir konser salonuna kıyasla küçük mekanlarda icra edilen bu müzikte doğal olarak detaylar daha çok ön plana çıkarlar. Az sayıdaki müzisyenin birbirleriyle uyumu daha çok önem kazanır. Herhalde en ufak bir uyumsuzluk daha çok göze çarpacak, büyük bir orkestranın parçası olmaktansa tek tek öne çıkan enstrümanların nasıl çalındığı, yorumlar en ufak detayına kadar dinleyicinin dikkatinden kaçmayacaktır. Netekim, adını bu müzik geleneğinden alan ‘Oda Tiyatrosu’ oyunları da küçük salonlarda, görece az sayıda izleyici önünde, 6 metreye 6 metre kadar küçük olabilecek sahnelerde, dekora ve kostüme önem verilmeksizin, oyunculuklar, karakterler arasındaki dinamikler ve dramanın arka planındaki psikolojik durumlar öne çıkarılarak oynanır. Yani bir nevi yoğunlaşmış ve sadeleşmiş, insanın iç dünyasına odaklanmış bir form olduğu söylenebilir. Bu tarihsel arka plandan yola çıkarak bu gelenekten esinlenen sinema filmlerinin de nasıl bir yapıda olacağını aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Ingmar Bergman da drama kariyerine tiyatro oyunları yazarak başlamış ve tiyatrodan getirdiği alışkanlıkları filmlerine de taşımıştır. Özellikle ilk filmlerinde gerek mizansen gerekse oyunculuklarda yoğun bir teatrellik hissedilir.
‘Oda Üçlemesi’nin ilk filmi olan ‘Aynadaki Gibi’ de sade mekanlarda, dört karakter arasında geçer: Karin, kocası Martin, babası David ve 17 yaşındaki erkek kardeşi Minus. Birlikte güzel vakit geçirmek için adadaki yazlık eve gelmişlerdir. Filmde ana karakterler dışında başka karakter görülmez. Oda tiyatrosunda olduğu gibi insanların iç çatışmaları ve aralarındaki psikolojik dinamikler ön plandadır ve geri kalan her şey sadeleşmiştir. Mizansendeki yaratıcılık başka ögelerle sergilenir, mesela ışığın kullanımı atmosferin kurulmasında ve psikolojik durumların yansıtılmasında çok önem taşır. ‘Aynadaki Gibi’, sinemada bir ışık ve gölge üstadı olarak anılan ve rengin gizemi öldürdüğünü de ifade eden Bergman’ın ışık ve gölgeyi en iyi kullandığı siyah beyaz filmlerindendir. Zaten siyah beyaz görüntü renk bilgisini dışarda kaldığında salt ışık ve gölgeden ibarettir. Rengin olmayışı da başka türlü bir sadeleştirme sayılabilir.
Filmin ana karakteri Karin, daha önce akıl hastanesinde yatmış, şizofreni tanısı konulmuş, elektroşok tedavisi görmüştür. Kocası Martin, iyi niyetli, Karin’in hastalığına karşı onun yanında olmaya çalışan, belki de her şeyin iyiye gideceği inancının bozulmaması adına olumsuz durumları görmezden gelmeye çalışan naif görünümlü bir adamdır. Karin’in babası David bir yazardır fakat son zamanlarda İngilizce tabiriyle ‘writer’s block’, yani bir tıkanma, yazamama hali yaşamaktadır. Varoluş ve inanç konuları üzerine düşünen, sorgulamalar yapan ve insanın dünyadaki haline karamsar, acımasız bir gerçeklikle bakan birisidir. Genç Minus ise yaşının getirdiği çelişkilerle, henüz tam başa çıkamadığı cinsel dürtülerle, karşı cinsle iletişim sorunları ve yine ulaşamadığı, tam bir iletişim kuramadığı babasına karşı duyduğu çelişik duygularla doludur.
Karin’in kocası Martin, baba David’le yalnız kaldıkları bir sahnede, ona Karin’in doktorunun hastalığının hiçbir zaman tam olarak düzelmeyeceğine dair görüşünü aktarır. Martin’e göre yine de umut yok değildir, onun yanında olacaktır. Karin’in de göreceli olarak tek huzurlu hissettiği yer kocasının yanıdır. Martin, baş başa kaldıklarında Karin’i küçük bir kız gibi görerek ona sevecen kollarında avuntu vermeye çalışır. Karin ise şöyle der: “Gerçekten bu kadar küçük müyüm yoksa hastalık mı beni küçülttü?” Belki Karin’in beklediği, ihtiyacı olan şey küçük bir çocuk gibi şefkat görmek değil de anlaşılmak, gerçekten dokunulmak, iletişim kurmaktır. Ama nasıl mümkündür bu, Martin veya herhangi biri bunu başarabilir mi?
David’in ülseri vardır, ilerleyen yaşıyla ölüm korkusunu derinden duyar, varoluşu ve inanç hakkında derinlemesine düşünür gibi yapar ama bu korkularına karşı ona avuntu verecek bir şey bulamaz içinde. Kitaplarında başka insanlara anlam sunmaya çalışması büsbütün kendini kandırma çabası, esasında da bir tür ikiyüzlülük müdür?
Gece. Karin. Sesler. Gökte uçan martıların, uzaktan geçen gemilerin sesleri. Duvar kağıdındaki karanlık yarık. David de uyuyamamıştır gece, korkularından kaçıp yazılarına sığınmak ister, ama ne yapsa tam olmuyordur, düzeltme üzerine düzeltme ve bir türlü istediği gibi yazamaz. David odada değilken Karin babasının notlarını karıştırır ve ona dair yazdığı satırları okur. Martin’in doktorda duyduğu şekilde Karin’in hastalığının zaman zaman iyiye gitse de hiçbir zaman tam anlamıyla iyileşemeyeceğini ve hatta Karin’in gidişatını adım adım izleyerek bunu bir edebi malzeme olarak kullanmayı düşündüğünü ve fakat bundan korktuğunu ima eden satırlardır bunlar. Yazmakla yaşamak karışır belki, yaşamın açıklarını kapatmak için bir ikame olarak konumlandırılan yazmak eylemi de bir tıkanmaya varır ve çaresizce bir kafa karışıklığına, yabancılaşmaya saplanır ‘yazar’.
Babasının ona bakışını öğrenmek Karin’i hayalkırıklığına sürükler. Martin yine ona avuntu vermeye çalışır. Fakat belki Martin de Karin’in bu haline, onun vereceği avuntuya muhtaç olmasına muhtaçtır. Kendi içinde görmezden gelmeye çalıştığı sorgulamalara, olumsuz duygulara temas etmenin ve yardım etmenin bir yansıması olarak Karin’e karşı şevkat göstermeye, hep ‘doğru’ olanı söylemeye çalışır. Ama sonuçlar neden ‘yanlış’ olur?
Martin ve David alışveriş yapmak üzere tekneyle adadan ayrıldıklarında, Karin küçük kardeşi Minus’la adada baş başa kalır, diğerleriyle paylaşamadıklarını daha saf ve daha az yargılayıcı gördüğü kardeşiyle paylaşır. Martin’i zayıf ve endişeli bulmakta, onu anlamadığını düşünmektedir. Kocası ve babası her biraz normalin dışındaki hareketini hastalığına yormaktadırlar. Karin, artık onların yanında rahat olamamakta, içindekileri anlatmaktan, içinden geldiği gibi olmaktan korkmaktadır. Ama Minus’a anlatır, duvardaki yarığı, kendisine duvarın ardından seslenip onu çağıran sesleri. Duvarın arkasına geçişinden, orada gördüğü Tanrı’nın gelmesini bekleyen insanlardan, orada hissettiği huzurdan, bitmeyen bir özlemden, Tanrı’nın bu odaya gelişini sonsuz bekleyişinden bahseder. Gerçeklikle bu bitmeyen savaş, diğer tarafla bu taraf arasındaki gidiş gelişler, artık neyin gerçek olduğundan duyulan şüphe, hepsi çok yorar Karin’i.
David ve Martin ise teknede Karin üzerinden birbirlerine karşı suçlamalarda ve itiraflarda bulunacaklardır. Birbirlerinin karanlık taraflarını birbirlerinin yüzlerine vuracaklardır. Aslında onların da, sorunlarını daha açıkça yaşayan diğer iki karaktere kıyasla hiç de azımsanmayacak çelişkiler ve umutsuzluklar içinde olduklarını görürüz böylece. Birisi çaresiz bir çocuk gibi gördüğü hasta karısına elinden geldiğince yardım etmeye çalışan bir koca, diğeri kızına yardım bile edemeyen ancak onun hastalığını yaratıcılık sorununu çözmek için bir gözlem aracı olarak kullanmak gibi kötücül düşünceleri aklından geçiren bir baba. İkisi de Karin’in asıl ihtiyacı olan şey değildir herhalde. Ama duvarın gerçeklik denen bu tarafında hayata ön kabullerle dahil olmaya çalışanlar ve aslında içlerinde kendi sorunlarıyla uğraşanlar için o kadar zordur ki Karin’le gerçek bir iletişim kurabilmek.
Kişilerin uzun uzun baş başa kaldıkları, en derin sırlarını ve korkularını paylaştıkları bir filmdir bu. Belki de başka bir bakış açısıyla bu dört karakter filmin yaratıcısının benliğinin farklı parçalarını temsil ederler. İnsanlık hallerinin başka başka yönlerini. İnsanın zenginliği ve karmaşıklığı da buradadır, aynı anda çok şey yaşar insan ve kurmacada bunların hepsini tek bir karakterde veya öyküde anlatmak bazen mümkün olmaz; öykünün parçaları ve farklı karakterler bir araya gelerek benliğin türlü taraflarını anlatır. Belki Karin de vardır Bergman’ın içinde, Minus da, David de, Martin de, birbirleriyle yaşadıkları türlü çelişkiler ve çatışmalar da.
Peki biri diğerine deva olabilir mi bu tarafların? Yoksa umut yok mudur, illa feda mı edilecektir bir şeyler? Karin, geçirdiği ağır bir krizden sonra, artık Martin’in yardımını istemediğini, akıl hastanesine yatmak istediğini söyler. Artık aynı anda duyumsadığı bu iki dünya arasındaki gerilimle mücadele etmeye mecali kalmamıştır. Bilinç ve biliçdışında gömülü olanlar, ayna ve aynanın ardındakiler barışamamaktadır artık. Şöyle der babasına Karin: “İnsanın kendi karmaşasını görüp, anlaması çok korkunç bir şey.”
Diğer taraftan sanat için feda ettiği yaşamlardan ötürü özür diler David. Karin’in annesinin ölümünden dahi sanatsal bir başarı çıkarışından. Fakat bunlar sanatçının kendi içindeki diğer taraflarından dilediği özür müdür acaba? Kendi içinde karanlığa ve hastalığa sürüklenip sanatsal üretimine malzeme olarak kullandığı taraflarından? Kendine ‘sanatçı’ diyen bu insan türünün büyük lanetidir belki de bu. Nice parçaları acıya ve hastalığa sürüklenirken derinlerine dalarak sürüklendiği acıların ve hastalıkların ifadeyle devasını aramanın ve bir telafi olarak sanatla yücelmeye çalışmanın çelişkili tatminini yaşamak. Kazanmış mıdır kaybetmiş midir bilememek.
Karin, evdekiler onu hastaneye götürecek ambulansı beklerken ortadan kaybolur. Pek çok başka filmde de bilinçdışının temsili olarak karşımıza çıkan bir mekanda, evin tavanarasındadır. Dışarıdan bakıldığında kendi kendine konuşmaktadır. Her an gelebileceğini söylemektedir Tanrı. O gelecektir ve huzur hakim olacaktır. Ve kendiliğinden açılır duvardaki kapı. Tanrı gelir mi gelmez mi bilinmez ama pencereden adaya gelen ambulans helikopter görülür. Ve Karin çığlıklar içinde çıldırır. Diğerleri onu yakalamaya çalışırlar, susturmaya, sakinleştirmeye. Benliğin diğer parçaları bu çıldıran parçayı susturmak ister. Elini kolunu bacağını kavrayarak, iğneyle, ilaçla… Hayır, izin verilemez bu deliliğe. Ve Karin sakinleşir, kapı açıldığında içeri gelen Tanrı’nın yüzünden bahseder. Bir örümcek, soğuk ve donuk ifadeli, içine girip onu zaptetmeye çalışan. Tanrı düşüncesi de kurtaramamıştır onu, kabul edememiştir.
Kapı çalınır, ambulans gelmiştir. Ve çıkıp gider kapıdan Karin, sürgün edilir delilik. Masum ve çaresiz genç Minus, diğerleri kapıdan çıkarken bir an evde tek başına kalır. Deliliği alıp götüren helikopterin ardından bakar. Ve belki asıl sürgün bu adadır. Kırılan gerçekliği, gerçekliğin dışına düşmeyi uzaklara gönderip insanın kendini sürgün ettiği, şüpheli bir gerçeklikte kendini bir başına bıraktığı. Ve Tanrı dediğin nedir diye düşünür, umutsuz bir aşk arayışı… Film, Minus ve babası arasında garip bir varoluşsal sohbetle sonlanır. Hiçbir şey çözülmemiştir, hiçbir sonuca varılmamıştır. Sorular içinde kaybolan saf bir ruh cevaplar istemiştir. Karşısında ise ona çözülemeyecek konular hakkında teselli bulmanın felsefesinden bahseden bir baba vardır sadece. Ama en azından, ‘baba’ onunla konuşmuştur.
Peki ben bu yazıyı niye yazdım? Bu bir sinema yazısı mı? İzlediğim sahnelerden anlamlar çıkarıp anlatmaya çalışmak, aralarında belli belirsiz çok da zekice olmayan bağlantılar kurmak, sağdan soldan duyduğum okuduğum fikirlerle görüşlerimi desteklemek. Bundan mı ibaret herşey? Neden yazı yazıyorum? İnsan neden yazı yazar? Diğer insanlara bunu hiç sormadım. Farklı farklı çeşitli nedenleri olabilir. Paylaşmak olabilir mi mesela? Yoksa basılı biçimde altında imzasıyla insanlar onun ne kadar zekice ve önemli şeyler düşünebildiğini, ne kadar da derinlikli olduğunu görsünler diye mi? Soru işareti. Yoksa büsbütün kağıt sarfiyatı mı bu çabam? Bakın şurada yazım çıktı yazıdan ne anladığınız veya ne anlattığım önemli değil önemli olan yazımın çıkmış olması. Pek anlamamanızı tercih ederim zaten. Böylece anlaşılmayacak kadar üstün düşüncelerim olduğuna ikna olabilirim. Ama gerçek içimde saklı. Gerçek aynaya bakınca görülen mi? Ya aynadaki de bir yanılsamaysa? Aynaya bakıp deli yüz ifadeleri, mimikler yapsam, bu sefer aynadaki mi olurum ben? Aynadaki mi içimdeki? İçimdeki ergen, beceriksiz, babadan onay almak için kıvranan zayıf bir çocuk mu? Her şey yolunda gitsin diye gerçeklere dokunmaktan kaçan, kendine güvenli bir alan koyup idare etmeye çalışan, her şeyi idare eder gibi yaşarken aslında hiç yaşamayan bir adam mı? İçimdeki hayat hakkında derin tefekkürlere daldığını düşünüp bunları yazılarıyla insanlara sunarken aslında sadece kendi kayıp tatminini arayan ve gerçek hayatta aslında insanlarla ilişki kuramayan, sadece üstünlük taslamaya çalışan, insanları da amaçları için araç olarak kullanmaya çalışan, içindeki korkak ve güçsüz yanı örtbas etmek için çabalayıp duran çaresiz, ruhsal acılar içinde kıvranan, her şeye yabancılaşmış bir yazar bozuntusu mu? O deliyle, o gerçeğin peşindekiyle, o etrafında bu kadar gerçek kıtlığı varken gerçekliği duvarın ardındaki, göktekinde, öte taraftakinde aramaya mecbur kalanla hiç iletişim kurabildim mi, bakabildim mi yüzüne? Kendisi olamayanlar diyarında kendisi olabilmek için son çareyi delirmekte bulanlar. Anlaşılmaktan çok temas edilmeyi bekleyenler, isteyenler, arzulayanlar. Ve boş bir adada temassızlıktan çıldırır insan çığlık çığlığa. Sussun diye kıskıvrak yakalarlar onu, görmesinler diye bu acıyı, yok olsun diye bu görülmek duyulmak istenmeyen taraf; kovulur, sürgün edilir uzaklara. Çözülmemiştir mesele, çözülemeyecek kadar ağırdır. Çözmektense onu görmeyecekleri biçimde uzaklaştırmak daha kolaydır. Herhalde katlanılamazdır gerçek.
Katlanılamaz gerçekleri anlamaya ve anlatmaya çalışan sıkıcı ve karamsar insanlara…
Psikesinema 6. sayı, Temmuz-Ağustos 2016
Be First to Comment