Terry Gilliam’ın ünlü İspanyol yazar Miguel de Cervantes’in “La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote” adlı romanından yola çıkarak senaryosunu oluşturduğu 2018 yapımı filminin adı “Don Kişot’u Öldüren Adam”. (İspanyolca Don Quijote olarak yazılsa ve Don Kihote olarak okunsa da dilimizde Fransızca telaffuzundan gelen Don Kişot kullanımı yaygın olduğu için ben de bu telaffuzu kullanacağım.) Filmi izledim. Heyecanını kaçırmak gibi olmasın ama evet filmin sonlarında birisi Don Kişot’un ölümüne dolaylı olarak sebep oluyor ama onu öldürmüş de diyemeyiz. Sonra meşhur romanın ikinci cildini açıp sonuna baktım. Yine heyecanını kaçırmak gibi olmasın ama Don Kişot’u kimse öldürmüyor. Kendisini şövalye Don Kişot sanan yaşlı asilzade Alonso Quijano hastalanıp yatağa düşüyor ve ölüm döşeğinde kendisini Don Kişot sanmaktan vazgeçtikten kısa bir süre sonra hayata veda ediyor.
Peki ama filmin adı “Don Kişot’u Öldüren Adam” olduğuna göre, kim bu Don Kişot’u öldüren adam? Peki Don Kişot kim? Onu öldürmek mümkün mü? Eğer Don Kişot bir kişi değil de, Cervantes’in romanında geçtiği gibi 16. yy.da İspanya’da yaşamış yaşlı asilzade Alonso Quijano’nun kendini kapattığı evinde fazla şövalye kitabı okumaktan delirerek kendini bir şövalye sanmaya başlamasıyla kendini hayal ettiği kişilikse; yani Don Kişot yaşlı bir adamın kendini şövalye sanma sanrısı ise bir sanrıyı öldürmek mümkün müdür? Sanrılar öldürülebilir mi? Delilik öldürülebilir mi? Bir hayal öldürülebilir mi? Delilik, sanrılar, hayaller ölür mü? Peki ölmezlerse ne oluyor bunlara? Onları taşıyan ve can veren zihin öldüğünde onlar da havaya karışıp yok mu oluyorlar? Başkalarına mı bulaşıyorlar yoksa? Yoksa reenkarne mi oluyorlar başka zihinlerde? Ondan ona sıçrayıp hayatlarını devam mı ettiriyorlar? Her şey açık neden sonuç ilişkilerine göre ilerleyecek değil ya, belki sanrı da delilik de hayal de bulaşıcıdır. Ve Don Kişot hiç yaşamamıştır demek ne kadar mümkünse Don Kişot öldürülemez demek de o kadar mümkündür.
Ve esasında ölüm döşeğindeki asilzade, Don Kişot olmaktan vazgeçtiğinde, bunun bir delilik olduğunu anladığını söyleyerek kendisini Don Kişot sanmaktan pişmanlık duyduğunda ve onu bu sanrıya sürükleyen okuduğu şövalye kitaplarına lanet okuduğunda, Don Kişot’u öldürmüş sayılır da diyebiliriz. Gilliam ise böyle bitirmek istemez filmini. Kendini Don Kişot sanan yaşlı adamın ölümünün ardından yeni bir Don Kişot doğar. Yaşlı adamın ölmesine dolaylı yoldan sebep veren ana karakter kendini Don Kişot sanmaya başlar ve bir sanrı olarak Don Kişot’luk yaşamaya devam eder. İyi midir kötü müdür bilemem ama deliliktir kuşkusuz. Ve Cervantes bir yazar olarak Don Kişot’u ölümsüzleştirdiğinden beri insan ruhundaki delice maceracı, aptallık derecesinde asil ve kahramanca olmaya çalışan yönü tarif etmek için kullanılan “Don Kişot’luk” eğilimi, her insanın ruhunda ölmekle yaşamak arasında bir savaş verir.
Herkesin aşağı yukarı hikayesine aşina olduğu bu çok meşhur eski romandan detaylı biçimde bahsetmeye pek niyetim yok. Ama edebiyat uzmanları tarafından tarihteki “ilk modern roman” sayıldığını belirtmek gerek. Bu durumda Don Kişot da tarihteki “ilk modern roman kahramanı” olsa gerek. İyi romanların sinema uyarlamaları pek çoğu zaman iyi bir filmle sonuçlanmasa da sinema sanatı denemekten vazgeçmez. Don Kişot’un hikayesi de tarihte pek çok kez sinemaya uyarlanmış fakat geride akılda kalıcı bir film kalmamıştır. Fakat bu roman, doğrudan olmasa da dolaylı yoldan -dünya edebiyatını etkilediği gibi- pek çok sinema filminin hikayesinde ve kahramanlarında da izlerini gösterir. Romanın anlatım tekniklerinin, biçiminin yaptığı etki ve verdiği esinler bir tarafa, “ilk modern roman”ın kahramanı olarak Don Kişot, pek çok film kahramanının da içinde yaşar. Hakikat ile ona sunulan gerçeklik arasındaki uçurumlarda kaybolarak gerçek ve hayal arasındaki çizgiyi kaybeden, kendi yaşamının çizdiği sınırları aşmaya çalışması ile de türlü hayatlarda kaderi ve arzuları arasında sıkışan “insan”dır o. İşte bu insan çok tanıdıktır. İşte bu tanım, belki de “hikaye kahramanlığı”nın özüdür.
Kendisi de hayalci ve deli dolu karakteriyle “sinemanın Don Kişot’u” sayılabilecek yönetmen Terry Gilliam, işte böyle bir roman kahramanının hikayesini beyaz perdeye uyarlamayı uzun yıllar içinde bir saplantı haline getirmişti. Neredeyse 30 yıl bu filmi çekmeyi arzulamış, başlayıp yarım kalan türlü denemelere girmiş ve ancak 2018 yılında, kendisi de kendini Don Kişot sanan Alonso Quijano gibi yaşlı bir adam haline geldiğinde, 78 yaşında bunu başarabilmişti. Terry Gilliam’ın bu filmi çekme çabaları ise sinema tarihinin en popüler ve renkli hikayelerinden biridir. Filmini arzu ettiği biçimde çekebilmek için Hollywood stüdyolarıyla yıllarca didişmiş, proje defalarca şekil değiştirmiş, rafa kalkmış raftan inmiş, Gilliam filmi tamamen Hollywood sisteminin dışında çekmeye karar vererek prodüksiyonu Avrupa’ya taşımış, bir “Kara Avrupası” filmi için devasa sayılabilecek ölçekte bir bütçe oluşturmayı başarmış ve 2000 yılında çekimlere başlamışsa da türlü talihsizliklerin peş peşe gelmesiyle çekim yarıda kesilmiş, sonraki yıllarda türlü girişimleri de hep sonuçsuz kalmıştı. Hatta Gilliam’ın bu talihsiz çabalarını anlatan “La Mancha’da Kaybolmak”(2002) adlı bir belgesel film bile yapılmıştı. İspanya’daki yarım kalan çekim denemesinin başrollerinde Johnny Depp ve Jean Rochefort yer almış, sonraki yıllarda Ewan McGregor’dan John Hurt’a pek çok ünlü oyuncunun ismi filmle anılmışsa da bir türlü planlar gerçeğe dönüşememişti. Böylece, yarım kalan çekimlerdeki talihsizliklerin hikayeleri ve Gilliam’ın yıllar boyunca aralıklarla filmin yapımını gerçekleştirmek için giriştiği sonuçsuz çabalar, filmin etrafında bir lanet olduğu efsanesini doğurmuştu. (Merak edenler bu konuyu araştırırsa türlü detaylara ulaşabilir.) İşte bu nedenlerle “Don Kişot’u Öldüren Adam”, sinema dünyası tarafından yıllarca merakla beklenen bir film, Gilliam açısından ise yıllar boyunca çeşitli filmler çekse de hep ara ara girişimlerde bulunduğu, zihninin bir köşesinde duran sönmemiş bir arzu, hatta bir takıntıydı.
Gilliam bunca yıl bu film için türlü mücadeleler verir ve karşısına çıkan engellerle boğuşurken, senaryo da değişmeye devam etmiş ve bir filmden fazlası olarak “Don Kişot’u Öldüren Adam” Terry Gilliam’ın biyografisinin büyük bir parçası haline gelirken senaryonun son hali de oto-biyografik bir hal almıştı. Her kim her neyle bu kadar uzun süre uğraşırsa bu sonuç da kaçınılmazdır herhalde. “O şey” onun bir parçası haline geldiği kadar o da “o şey”in bir parçası haline gelecektir.
Filmin ana karakteri olan Amerikalı yönetmen Toby (Adam Driver), sinema okulunu bitirirken İspanya’da çok düşük imkanlarla bağımsız bir Don Kişot uyarlaması çekmiş, bu filmle yeteneğini ispat ederek piyasaya adım atmış ve fakat daha sonraki yıllarda film çekme hayallerini bir kenara bırakarak çok para kazanan bir reklam yönetmenine dönüşmüştür. Filmin hikayesi de, Toby’nin –ironik olarak- Don Kişot temalı bir reklam filmi çekmek üzere geldiği İspanya’daki sette başlar. Toby, yeteneğini sadece piyasanın hizmetine sunarak hayallerinden vazgeçmiş, yozlaşmış, kendine yabancılaşmış ve bu yabancılaşmayı içten içe fark ederek acı bir alaycılığa bürünmüş bir karakter olarak resmedilir.
Reklam filminin çekimleri sırasında türlü talihsizlikler yaşanacak (tıpkı Gilliam’ın filmi önceki çekme denemesindeki gibi), bu talihsizlikler sonucu çekimler uzarken de Toby çeşitli tesadüflerle gençlik yıllarında yönettiği düşük bütçeli Don Kişot filmini çektiği köye çok yakın bir yerlerde olduğunu fark edecektir. (Gilliam da bu filmi çekerken yine yıllar önce filmi ilk çekme denemesini yaptığı İspanya’dadır.) Aradan geçen yıllardan sonra, ilk filmini çektiği köye nostaljik bir ziyaret yapmak isteyen Toby’yi ise kötü sürprizler beklemektedir. Zamanında filminde Don Kişot’u oynamaya ikna ettiği yaşlı ayakkabı ustası Javier (Jonathan Price) filmin ardından delirmiş, kendini gerçekten Don Kişot sanmaya devam etmiştir. Don Kişot’un aşkı Dulcinea’yı oynaması için ikna ettiği köyün tavernasının sahibinin genç kızı Angelica (Joana Ribeiro) ise filmin ardında meşhur olma hayallerine kapılmış, fakat bu hayalleri pek iyi sonuçlanmamış, meşhur olmak için gittiği Madrid’de kötü yola düşmüştür. Kara mizah tonlarındaki bu hikayede, diyebiliriz ki Toby bu sıradan insanları bencilce kullanarak iyi bir film çekmeyi başarmış ve filmin ona açtığı yolla da yine bencilce kariyerini oluşturabilmiş ve fakat kullanıp geride bıraktığı insanlarda yarattığı tahribatla ilgilenmemiştir. Köyde karşılaşacağı ve içinden çıkamayacağı bir kabusa dönüşecek bu durum, bir bakıma kendi bilinçdışının hayaletlerinin yüzeye çıkıp Toby’nin başına belalar yağdırması şeklinde ilerler.
Her sanatçı biraz Don Kişot’tur. Toby de ilk filmini bir Don Kişot uyarlaması olarak çekerken, Don Kişot’vari bir çaba göstermiş, imkansızlıklar içinde hayalciliğinin gücüyle koşulları zorlayarak iyi bir film yapmıştır. Fakat sonrasında içindeki Don Kişot’a erkenden ihanet edip hayalciliğini öldürmüştür. Zaten romandaki Don Kişot’un yücelttiği kahramanlık, cesaret, onur gibi şövalyelik değerleri de artık pragmatik hale gelen bir dünyada eskimiş ve modası geçmiş değerler olarak görülür. Ve romanda da Don Kişot’un esas deliliği belki yel değirmenlerini vahşi devler sanmasından çok, bu modası geçmiş değerlere katı biçimde bağlı kalma ve kahramanlık yapma arzusudur.
Diğer taraftan Terry Gilliam’ın kendi hayat hikayesinde de bir parça Don Kişot’luk olduğu gibi, hem filmdeki Toby karakterinden bir parça hem de Toby gibi biri olma korkusunu taşır. Aslen bir Amerikalı olan Gilliam, 60’lı yıllara denk gelen gençliğinde zamanın asi ve özgürlükçü ruhunu taşıyan bir genç olarak Vietnam Savaşı’na ve Amerika’nın politikalarına -bir röportajında eğer Amerika’da kalsaydı etrafı bombalayan bir teröriste dönüşebileceğini söyleyecek kadar- derinden tepki duymuş ve İngiltere’ye göç etmiştir. Motorsikletine atlayıp cebinde pek para olmadan Avrupa’yı turlayacak kadar da maceracı bir ruha sahip olan Gilliam, kariyerine bir animasyon ve karikatür çizeri olarak başlamış ve reklamcılık alanında da çalışmıştı. Bu deneyimlerin ardından İngiltere’de tam da kendi ruhuna uygun çalışma arkadaşları bulacak, sivri ve sınır tanımayan mizahıyla tanınan Monthy Python mizah grubuna katılacaktı. BBC televizyonları için ürettiği skeç serileriyle tanınan bu ekip ise televizyon şovlarının da ötesine geçerek komedi sineması tarihine geçecek sıradışı komedi filmleri çeker. İşte Gilliam ilk sinema tecrübesini burada kazanır ve Cannes’da Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan “Hayatın Anlamı”(1984) filminin ardından ekipten ayrılmaya ve kendi yolunu çizmeye karar verir.
Hayalgücüne sınır koymayan karakteriyle, fantastik ögelerle dolu filmler çekmek isteyen Gilliam’ın hayalindeki filmleri gerçekleştirebilmesi için ise büyük prodüksiyonlara ve büyük bütçelere ihtiyacı vardır. Çok defa bu yolda stüdyolarla mücadele etmiş, dağıtımcılarla sorunlar yaşamış olsa da İngiltere ve Amerika arasında kurduğu yapım modelleriyle tamamen Hollywood’a da bağımlı olmadan kendi yolunu açmayı başarır. “Zaman Haydutları”(1981) gibi sıradışı bir fantastik macera filmiyle bütçesinin çok üstünde bir gişe başarısı elde eder. “Brazil”(1985) filmini daha mutlu bir sonla bitirmesini isteyen Universal Stüdyoları’na karşı kendi kurgusunda direnir ve uzun bir mücadelenin sonunda filmin kendi istediğine yakın bir halde gösterime girmesini sağlar. “Baron Munchausen’in Maceraları”(1988) ile gişede çakılsa da “Balıkçı Kral”(1991) ve “12 Maymun”(1995) filmleri ile Hollywood düzeyinde de büyük bir başarı yakalar. “Las Vegas’ta Korku ve Dehşet”(1998) filmi ile Cannes’da Altın Palmiye’ye aday gösterilir. Sonraki filmleri aynı ölçüde ses getirmese de Gilliam bildiği yoldan sapmaz, arzusunun ve hayallerinin peşinden gider.
Sinema gibi büyük paraların döndüğü, sanatçının arzularını gerçekleştirmesinin önünde sektörel engeller bulunan bir alanda, hele de tarz olarak büyük bütçeler gerektiren filmler çeken bir yönetmen olarak Gilliam, defalarca uzlaşmak, boyun eğmek, arzusundan ve hayalinden vazgeçmek veya direnmek arasında bir seçim yapmaya zorlanmış olmalıdır. Bu bakımdan “Don Kişot’u Öldürmek” filmindeki hayallerine ihanet etmiş yönetmen Toby karakteri belki de onun dönüşmekten en çok korktuğu kişidir. Diğer taraftan da belirli oranda bir idealizmle büyük prodüksiyonlu filmler çekmeye çalışırken pek çok yönetmen gibi o da ideallerinden bir miktar taviz vermek zorunda kaldığını hissetmiş de olabilir. Gilliam, bir sinema yönetmeni olmanın yanı sıra zaman zaman televizyon reklamları da çekmiştir. Yani içinde bir miktar da Toby taşır. Senaryonun yıllar boyunca Gilliam için git gide daha da kişiselleşmesine başka bir örnek de Toby’nin senaryonun ilk tasarısında bir pazarlama uzmanıyken, senaryonun son halinde bir yönetmene dönüşmüş olmasıdır. Senaryodaki değişiklikler bununla da bitmez, fantastik bir hikaye özelliği taşıyan hikaye, bütçeyi kısıtlayan koşulların da etkisiyle zamanla daha gerçekçi bir biçime bürünür.
Gilliam’ın kariyerinin başındaki ilk filmlerindeki ana derdi, esasında gerçek deliliğin, içinde yaşadığımız toplumsal düzenin garip yapılanması olduğunu anlatmak ve bu tahammül edilemez gerçeklikten hayaller ve fantastik maceralara doğru bir kaçış sunmaktır. Gilliam, basit biçimde bir kaçış edebiyatı sunmaz ancak fantastik ögelerle bezeli maceralarla hep görünen gerçekliğin ötesine doğru yol alır. “Don Kişot’u Öldüren Adam” filminin ilk tasarısı da fantastik bir hikaye yapısındadır; Toby bir şekilde bir zaman tünelinden geçecek ve 16. yy. İspanyası’na gidecek ve burada Don Kişot’un maceralarına eşlik edecektir. Fakat filmi Hollywood’un dışında gerçekleştirecek olmasıyla birlikte büyük prodüksiyon imkanlarından mahrum kalan Gilliam, bu zaman yolculuğu hikayesini senaryodan çıkartır. 16. yy. İspanya’sını canlandıracak setleri kurmak için gerekli imkanları yoktur. Bütçenin kısıtlamaları nedeniyle bu filmde Gilliam’ın önceki filmlerinden alışık olduğumuz efektler, fantastik ögeler ve sıradışı dekorlar yer alamaz. Koşullar Gilliam’ı içerik olarak olmasa da biçimsel olarak “gerçekçi” olmaya iter. Hikayenin ilk halindeki zaman yolculuğunun yerini sanrılar alır ve fakat sanrılarda tam olarak ne görüldüğünü izleyici görmez. Sanrılar onları gören “deli”nin gözünden değil de dışarıdan izlenir. Böylece film alışıldık fantastiklikte bir Terry Gilliam filmi olmanın yerine psikolojik yönü ağır basan “gerçekçi” bir filme dönüşür. Hikayenin trajik özü olan Don Kişot’un maceralarının birer hayalden ibaret olması durumu da böylece iyice ön plana çıkar.
Filmin tasarımında yıllar içinde oluşan bu değişim, oyuncu seçimlerinde de kendini gösterir. Filmin başrollerinde Gilliam’ın “Brazil” filmindeki başrol oyuncusu Jonathan Pryce ve Yıldız Savaşları’ndaki rolüyle üne kavuşan son yılların yükselen oyuncularından Adam Driver yer alır. Filmin yıllar önceki ilk çekim denemesinde ise başrol oyuncusu Johnny Depp’tir . Depp çok iyi bir oyuncu olmanın yanı sıra bu tarz fantezi filmleri için biçilmiş kaftandır. Depp yerine rolü alan Adam Driver ise aslında gerçekçi ve psikolojik yönü ağır basan trajikomik tonda bir film için daha uygun bir oyuncudur. Netekim, türlü çelişkiler içinde kalan, gittikçe deliliğin eşiğine sürüklenen Toby karakterini incelikli bir oyunculukla canlandırır. Diğer taraftan görsel efektlerin yokluğunda Don Kişot’un hayal dünyasını izleyiciye aktaracak esas araç oyunculuktur ve usta oyuncu Jonathan Pryce’ın da kendisini Don Kişot sanan yaşlı adam rolünde bu yükün altından başarıyla kalktığı söylenebilir.
Film zaman zaman arada bir yerde kalmış hissini de verir. Ne Gilliam’ın esas ustalığını gösterebileceği fantastikliktedir ne de Gilliam gerçekçi psikolojik filmler çekmekte ustalaşmış bir yönetmendir. Ama Gilliam yine de kendi karakterini ve durduğu tarafı tam da filmi bitiriş biçimiyle gösterir. Kendisini Don Kişot sanan yaşlı Javier’in bir kazayla ağır yaralanması ve deliliğini terk ederek ölmesinin ardından bu sefer -bir anlamda Gilliam’ın filmdeki temsili olan- yönetmen Toby içinde sıkıştığı bütün pragmatik bağlardan sıyrılarak deliliği devralır ve Don Kişot’luğa bürünür; cılız atına biner ve kendisini Don Kişot sanmaya başlar. Esasında da Gilliam, böylece buradaki trajediyi görmezden geliyorum ve ne olursa olsun ben Don Kişot’luğa devam edeceğim demiş olur. Toby vahşi bir dev olduğunu düşündüğü yel değirmenine hücum eder ve bütün film boyunca devam eden “gerçekçi” sinema dili burada kırılır. Özel efektlerle yaratılan sahnede Toby gerçekten kocaman vahşi devlere saldırır, kılıcını saplar ve devin kanını akıtır. Gilliam, bu fantastik sahneyi imkanlarını tutumluca kullanması gereken bir filmde en sona saklamıştır. Gerçeğe dönüldüğünde ise Toby yel değirmenlerinin pervanesine kılıcıyla takılmış ve pervaneden aşağı düşmüştür. Yerdeki Toby’nin yardımına Angelica koşar. Toby ise Angelica onun gerçekten Don Kişot olduğunu onaylayana kadar ne gözlerini açacak ne de yerden kalkacaktır. Belki denilebilir ki burada da Toby yönetmeni temsil ettiği gibi Angelica da izleyicidir. Gözlerini gerçekliğe açmayı reddeden ve gözleri kapalı hayal dünyasında kalmak isteyen yönetmen, seyirciden de onun bu oyununa katılmasını talep eder. Ne zaman ki seyirci bunu kabul eder, işte o zaman yerden kalkar ve yeni maceralara doğru birlikte yolculuk ederler.
Cervantes’in romanında Don Kişot’un öyküsünü bitirdiği yerde, Gilliam yaptığı eklemeyle kendi yorumunu ortaya koymuş olur: Don Kişot’luk bir ruh hali olarak sonsuza dek yaşayacaktır. Öyle ya, öyle veya böyle, yıllar yılı isteyip de çekemediği bu filmi, her şeye rağmen, vücudu ne kadar yaşlansa ve yıllar onu ne kadar yormuş olsa da yaşlı bir adamdan “gerçekçi” biçimde bekleneceği gibi koşullara boyun eğmek ve köşesine çekilmek yerine hayal ettiği maceralara atılmayı seçerek ve bu arzusunda ısrar ederek çekmeyi başarmıştır. Yıllar yılı şövalye kitapları okuyan yaşlı asilzadenin bu maceraların benzerlerini yaşamak için Don Kişot’luğa bürünmesi gibi bu yaşlı yönetmen de yıllar yılı fantastik maceralar anlatan filmler çektikten sonra bütün kariyerinin özündeki ruhu yansıtan filmini çekebilmek için 70’li yaşlarında bir nevi Don Kişot’luk sergilemiştir.
Bazen, maddi koşulların insanı sınırladığı ve arzularını kuşattığı yerde, insanın bu kuşatmayı aşması için bir sıçrayışa ihtiyacı vardır. İşte “delilik” yapmak, onu kuşatan gerçeğin koşullarına isyan eden bir “delirme” hali, tıbbi karşılığının ötesinde diğer anlamıyla bir aşış, bir çıkış, gerçeklik düzleminden nereye varılacağı kestirilemeyen bir sıçrayıştır. Romanın yazarı Miguel de Cervantes de bilinen yaşam öyküsünde deli dolu bir gençlik geçirmiş, türlü maceralara atılmış, donanmayla savaşlara katılmış, Cezayir’de Türk zindanlarında kalmış ve bu macera dolu gençlik yıllarının ardından orta yaşlarında yurduna dönerek yerleşip evlenmiş ve bir orta sınıf hayatı yaşamıştı. Bu maceralarından sol elini kullanılmaz hale getiren ağır yaralarla dönen Cervantes, bu sefer içinde yanan ateşi yazarlıkla dindirmeye çalışmış ve fakat yazarlıkta şöhreti de ancak yaşlılık yıllarında yazdığı “La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote” romanıyla yakalamıştı. Kim bilir belki Cervantes’in böylesine büyük bir başyapıtı, biçimi ve içeriğiyle çığır açan ve etkisi yüzyıllara yayılan bir romanı yazmasını sağlayan itki de onu sınırlayan, sıradan bir hayata mahkum eden, etrafını kuşatan gerçekliğin koşullarına isyan eden bir sıçrayıştı. Romanını böylesine derin kılan ise isyanının ve maceracı ruhunun yanı sıra bu “deliliğin” ardındaki trajedinin de farkında olması… Gilliam da filmin sonundaki mesajında kendince haklıdır elbet; evet Don Kişot’luk sonsuza dek yaşayacaktır. Bu Gilliam açısından çok anlamlı bir bitiriştir, ancak edebiyatın bilgeliği bize şunu da unutturmaz; trajedisi de onunla birlikte…
Psikesinema 24. sayı, Temmuz-Ağustos 2019
Be First to Comment