MILOŠ FORMAN –  BAŞKALDIRAN KOMEDİ

Sloven düşünür Slavoj Žižek, yönetmen Sophie Fiennes ile beraber yaptıkları “Bir Sapığın İdeoloji Rehberi” filminde sinema tarihinden değişik filmlerin dekorlarının içine girerek bu filmlerin sahneleri üzerinden Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın teorilerine dayandırdığı görüşleri ile zihin açıcı analizlerde ve yorumlarda bulunur. Önemli yorumlarından birisi de Miloš Forman’ın Çekoslovakya’da çektiği komedi filmleri üzerinedir. (“Maça Ası”, “Bir Sarışının Aşkları”, “Koşun İtfaiyeciler”) 1960’larda otoriter bir atmosferdeki Çekoslovakya’da zamanın genç yönetmeni Miloš Forman tarafından çekilen bu filmlerde, genellikle orta ve alt sınıf sıradan insanların dünyası anlatılır ve bu insanların yaşadığı çeşitli haller üzerinden doğan mizah yansıtılır.

Žižek, hoşnut olunmayan otoriter bir iktidarın altını oymanın tam da bu şekilde; sıradan insanın dünyasına girip onun sıradan hallerini alaya alarak mümkün olacağını söyler. İktidarın foyasını ortaya çıkarmanın, onun otoritesini etkisiz kılmanın esas yolu liderle dalga geçmek değildir. Hatta bu, belirli ölçüde tolere de edilebilir. Ne de olsa lider sadece bu halkın bir hizmetkarı olduğunu, onların içinden birisi olduğunu söyleyerek zaaflarını kabullenir gibi görünebilir ve hatta bu yolla biraz daha sempati de toplayabilir.

Otoriter lideri ve yönetimini esas meşrulaştıran ise onun dayandığı mitleştirilmiş halk kavramıdır. O, vefakar ve cefakar halkının bir hizmetkarı, onların temsilcisidir. “Halk” deyince akan sular durur. Ve fakat ne zaman ki böyle mitik bir halk kavramının olmadığı, aslında iktidarın yücelterek sırtını dayadığı bir ideal topluluk olarak halkın, işçi sınıfının, kahraman askerlerin, cefakar anne babaların, cesur ve çalışkan ülke gençliğinin yerinde aslında zaafları, zaman zaman bencil arzuları ve aptallıklarıyla sıradan insanların bulunduğu gösterilir; işte o zaman totalitaritenin moral dayanağı yıkılır, meşruiyeti sarsılır. Forman’ın ilk filmlerinde yaptığı da tam olarak budur. İşçilerin, sıradan aile babalarının, itfaiyecilerin, bürokratların, gençlerin hikayelerini anlatırken onları türlü insancıl halleri içerisinde alaya alarak bu insan topluluklarına dair oluşturulabilecek miti yıkar. Bu insanlar kahraman değillerdir, arzuları ve zaaflarıyla basit insanlardır. İşte o zaman, idealize edilen hayali insanların yerine etten kemikten insanlar olduğu gösterildiğinde, iktidarın onlar için ve onlar adına hareket ettiği ve yaptığı her kötülüğü onlar adına meşrulaştırdığı mitleştirilmiş insanlar gider ve aslında her şeyin sahip olunan iktidarı devam ettirmek için kurulan baskıyı meşrulaştırmak adına oluşturulmuş bir yalan ve propaganda düzeneğinden ibaret olduğu ortaya çıkabilir.

Forman’ın ilk filmlerinde gençler, bir propaganda töreninde olacağı gibi kusursuz koreografiler içerisinde yürüyüş yapıp halkın dirayetini ve gücünü temsil etmek veya “iyi huylu” bir filmde olabileceği gibi halkın yüce gönüllü değerlerini yansıtmak yerine dans partilerinde sakarca eğlenmeye ve flört etmeye çalışırlar. Babalar, gençlere nasıl yaşayacaklarına dair öğüt vermeye çalışırken kendilerini aptal durumuna düşürürler. İnsanlar ahlaki değerleri ile övülen yüce bir topluluğun parçası değil de fırsatını bulduklarında ufak hırsızlıklar yapan fırsatçılar da olabilirler. Askerler, evlilik yüzüklerini sakladıkları beceriksiz çapkınlık maceralarında hüsrana uğrarlar. Kahraman itfaiyeciler, bir kutlama düzenlemek isterken şapşalca her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırırlar.

Bu filmlerde bir noktada “arzu” serbest kalır ve serbest kaldığında da insan türlü zaaflarını sergilemekten, türlü aptallıklar yapmaktan geri durmaz. Otorite, yücelterek üzerinden kendine meşruiyet devşirdiği insanlara idealize roller yükleyerek bir anlamda onların arzularını da kontrol altına almıştır. Arzunun serbest kalışı, bu meşruiyeti sarstığı gibi bir taraftan da bastırılmış olan, isyan edercesine patlar. İşte insanların eğlenmek adına arzularını ve bedenlerini serbest bıraktığı karnavalesk parti sahneleri, bu hali sinema perdesine yansıtmak için en isabetli seçimdir.

Forman, Hollywood dönemi öncesi Çekoslovakya’da çektiği üç komedi filminde de benzer biçimde uzun sekanslar halinde kalabalık parti sahnelerini kullanır ve bu kalabalık sahneleri çekmekte büyük bir yönetmenlik becerisi gösterir. Kamera, kalabalığın arasına büyük bir doğallıkla yerleştirilmiş karakterlerin hikayelerine sırasıyla uğrar ve doğallık duygusunu hiç bozmadan hikayeler paralel olarak ilerler. İlk iki filmi olan “Maça Ası” ve “Bir Sarışının Aşkları”nda sergilediği bu beceriyi üçüncü filmi “Koşun İtfaiyeciler”de doruğuna çıkarır ve filmin ekseriyeti itfaiyecilerin emekli olan eski şeflerinin doğum günü için düzenledikleri baloda geçer. Her toplumda kahramanlığın timsali olarak anılan itfaiye erlerinin ana karakterler olarak seçilmesi, mit yıkıcılık amacına tam olarak uygundur. Beceriksiz, sakar halleri ile itfaiyeciler parti boyunca türlü komik ve absürt durumlara düşerler. Üniformaları ve edaları ile sistemin birer bürokratını andıran itfaiyecilerin tertip etmek istediği bütün törenler bir parodiye dönüşür. İktidarın kendisini meşrulaştırdığı bir alan da düzenlediği törenler, ritüellerdir. Filmde, bürokrasinin temsili olarak da görülebilecek olan itfaiyecilerin düzenledikleri törenlerin her biri komik biçimde başarısız olurken törenlerin çöküşü eski toplumsal sistemin çöküşüne işaret etmiş olur.

Koşun İtfaiyeciler

İtfaiyecilerin planına göre, balodaki genç kadınlar arasında bir güzellik yarışması düzenlenecek ve yarışmanın kazananı da emekli şefe, değerli bir itfaiyeci baltasını balonun sonunda hediye olarak sunacaktır. Güzellik yarışmasının düzenlenmesi tam bir fiyaskoya dönüşür, işler sarpa sarar, yarışma bir türlü düzenlenemez. Sonunda şefe sunulan kutunun içi ise boştur, birisi baltayı yürütmüştür. Diğer taraftan baloya katılanlar için düzenlenen hediye çekilişinde de benzer bir durum yaşanır. Balodaki hemen herkesin birer numara alarak katıldığı çekilişin ödülleri balo salonunun bir kenarında masanın üzerinde bekler. Ancak akşam boyunca hediyelerin bir bir kaybolmasına kimse engel olamaz. Balonun sonuna kadar hemen hemen bütün hediyeler çalınmıştır. Bu soruna bulunan çözüm ise basittir; çekiliş için bilet alanlarla hediyeleri çalanlar aynı kimseler olduğuna göre kimsenin şikayetçi olmaya da hakkı yoktur. Aslında bu örnek tam da çöküşü ve yozlaşmayı işaret eder. Çekilişin adil biçimde yapılacağına inanmayan, yüksek rütbelilerin iyi ödülleri kendilerine ayıracağını düşünen, hiçbirisi diğerine bu konuda güvenmeyen insanlar elbette fırsatını bulduklarında gözlerine kestirdikleri ödülü çalmayı düşünebileceklerdir. Sistem zaten adil değilse hırsızlık da mübahtır. Kimsenin sistemin adalet duygusuna güveninin kalmadığı bir yerde hiç kimse kurallara riayet etmeye özen göstermez, gözetlenmediğini düşündüğü her anda kuralı yıkarak kendine avantaj sağlamaya çalışır.

Forman, uzun metrajlı ilk filmi olan “Maça Ası”nda da senaryo yazarı Jaroslav Papoušek ile birlikte benzer bir metafor kurgulamıştır. Film, 16 yaşındaki genç Petr’ın bir markette çıraklığa başlayarak ilk işine girmesiyle topluma birey olarak dahil olma serüvenini, anne babasıyla yaşadığı kuşak çatışmasını ve gençlerin günlük yaşamını konu alır. Petr’in marketteki görevi müşterilerin reyonlar arasında dolaşırken bir şeyler çalmasını önlemek için bütün gün aralarında bir casus gibi dolaşarak onları gözetlemektir. Aynı husus burada da vardır. Gözetlenmediği anda kurallara uymayacak, birbirine güvensiz, birbirinden sürekli şüphe eden ve ancak korku ile itaat eden insanlardan oluşan bir toplum tasviridir bu. Uyumlu biçimde bir arada yaşayan, üretken ve yaratıcı insanlar değildir bunlar. Petr’in birey olarak topluma adım atmasını sağlayacak olan işi ise gerçek bir iş bile sayılamaz. Herhangi bir üretim veya hizmet sürecine katkı vermeyecek, sadece insanları gözetleyen iktidarın gözünün bir aygıtı olacaktır.

Diğer taraftan Petr’in portresi, apolitik, sıradan, hiçbir şeye angaje olmayan, hayatta ne yapacağını pek de kestiremeyen bir genç olarak çizilir. Bu şapşal ve naif haliyle içine düştüğü durumlarda da komedi oluşur. Petr’in bu halinin karşısında ise başka bir gençlik portresi olarak duvar işçisi Cenda yer alır. Cenda, kaba saba, bir taraftan köylü görünümünden utanan diğer taraftan da -bir genç adam neleri arzularsa- esasında Petr’la aynı şeyleri arzulayan bir karakterdir. Petr’la sistemin üretkenlikten uzaklaştırıp, baskı sisteminin dişlisi haline getirip potansiyelini heba ettiği gençler simgelenirken; Cenda karakterinde de iktidarın meşruiyetini dayandırdığı cefakar ve emekçi işçi sınıfı miti yıkılır. Cenda ne çok istediği için bu işi yapmaktadır ne de yaptığı işten, emekçiliğinden özel bir şekilde gurur duymaktadır. Bu işi yapıyordur, çünkü koşullar öyle denk gelmiştir.

Çekoslovakya’da kökeni 20’lere 30’lara kadar uzanan bir komedi filmi geleneği vardır. Bu filmlerde genellikle orta sınıf ailenin dünyası işlenirken, sosyalist yönetim zamanında bu tarz filmler yönetimin sosyal politikalarını olumlamak gibi propagandist bir amaç da gütmüştür. Forman ise bu filmlerden gelen unsurları kullanmakla beraber bunları ters yüz eder. Olumlanan karakterler ve eski değerler artık utanılan bir hale bürünür. Biraz despot, biraz iyi huylu aile babaları artık kendilerinin birer parodisine dönüşmüştür. Tıkanan düzenin eskiden olumladığı her şey artık mizah konusudur. Bu ise artık bir şeylerin yolunda gitmemekte olduğu hissiyatını yayar.

Forman’ın filmlerindeki absürt komedi ve kara mizah ise temellerini Çekoslovak coğrafyasının insanlarına has, tarihi kökenleri olan bir hissiyattan alır. Çekoslovakya’da halihazırda özgün bir komedi filmi geleneği var olduğu gibi Çek  insanının karakterinin bir parçası olan kendine has mizah anlayışı da coğrafyanın ve tarihin bir getirisiydi. Forman’ın kendisinin de bir röportajında belirttiği gibi Çekler tarih boyunca Avrupa’nın büyük güçleri arasına sıkışmış, sürekli bir o taraftan bir bu taraftan işgale maruz kalma tehlikesi altında yaşayan görece küçük ve askeri olarak zayıf bir halktı. Bu bakımdan “kılıç”la kendilerini savunamayan Çekler, bir anlamda kendi benliklerini korumak ve bu koşullar altında hayata katlanabilmek adına kendilerine has koyu tonlarda bir mizah anlayışı geliştirmişlerdi. Böylece bu koyu mizahi yaklaşım Çek mantalitesinin bir parçası haline gelmişti. Yine Forman’ın söylediği  gibi bu ülke Kafka’nın, oyun yazarı Karel Čapek’in ve “Aslan Asker Şvayk”ın ülkesiydi. 60’larda da bu sefer açıktan yönetime kafa tutamayan genç sinemacılar, memnun olmadıkları vaziyete kendilerine has mizahi yaklaşımlarıyla tepki veriyorlardı.

Çekoslovakya’daki üç filminde de birlikte çalıştığı senaryo yazarı Papoušek ile birlikte bu eksende zekice senaryolar ören Forman, diğer taraftan yönetmenlik becerileriyle ve komedi türüne getirdiği yeni yaklaşımlarla da ön plana çıkar. Pek çoğu amatör olan oyuncuların doğallığı ve gerçek mekanlardaki belgeselvari çekimler zamanın komedi filmlerinin üslubu için büyük bir yeniliktir. Filmlerdeki bu gerçekçi sahneler ve gözlemci çekimler dönemin günlük yaşayışına dair birer belge niteliği de kazanır. Forman, alışıldık komedi kalıplarının içine amatör oyuncuları yerleştirerek ise komediye yeni bir boyut katar. Eski Amerikan filmlerinden aşina olunan “slapstick” yani fiziksel komedi tarzındaki sahnelerde mimiklerine ve hareketlerine hakim usta komedi oyuncuları yerine biraz sarsak, biraz naif amatör oyuncular vardır. Bu da bir taraftan gerçeğe yakın bir taraftansa absürt bir gülünç hal yaratır. Amatör oyuncuların içlerine düştükleri absürt durumlardaki şaşkın bakışları durumun etkisini artırır.

Bir Sarışının Aşkları

Forman’ın ikinci filmi “Bir Sarışının Aşkları”nda, bu sefer ana karakter genç bir kadın olan fabrika işçisi Andula’dır. Moravya kırsalındaki bir fabrikada genç kadın işçiler çalışmaktadır. Ne var ki yaklaşan savaş tehlikesi nedeniyle bütün genç erkekler askere gitmiştir ve fabrikada çalışan genç kadınların flörtsüz kalmasının soruna yol açtığını düşünen fabrika müdürü, ordudan bir ricada bulunur ve en azından ordunun rezerv gücü olarak bekletilen, cepheye gönderilmemiş yedek askerleri kadın işçilerin onlarla flört etmesi için oraya göndermelerini ister. Çoğunluğu 40 yaşın üzerinde ve bazıları evli olan bu askerler ile genç kadın işçilerin flörtleşmeleri yine türlü absürt ve komik durumlar ortaya çıkaracaktır. Hikayenin ana karakteri Andula ise iktidarın aşk hayatını bile şekillendirmeye kalktığı bu hale bir anlamda isyan edecek ve “fabrika partisi”nde çalan müzik grubunun bir üyesi olan piyanistle flört edecektir.

Forman’ın sinemaya adım attığı yıllar olan 60’lar, tam da dünyada gençlik hareketlerinin yoğunlaştığı, halk kitlelerinin yenilik ve özgürlük arzularının arttığı arayış içindeki senelerdir. Çekoslovakya’da da toplumun değişim ve özgürlük talepleri yükselmektedir. Böyle bir ortamda film çekme şansı bulan genç sinemacılar daha sonra “Çek Yeni Dalgası” adıyla anılacak dönemi oluştururlar. 1968’de “Prag Baharı” olarak anılan süreçte ülkenin lideri Alexander Dubček’in yükselen toplumsal talepleri karşılamak için “insan yüzlü sosyalizm” sloganıyla yaptığı özgürlükçü reformlardan hoşlanmayan Sovyetler’in kontrolündeki Varşova Paktı güçlerinin ülkeyi işgaline kadar sürecek olan bu kısa dönem, Çekoslovak sinemasının en üretken dönemi olmuştur. Üretilen filmlere ve bu dönemde parlayan yönetmen sayısına bakıldığında ise, dünya sinema tarihinde ülke sinemalarında görülmüş en üretken dönemlerden de birisidir.

Bu durum, aslında dönemin hareketli toplumsal atmosferinin yanı sıra tarihin ilginç ve ironik tesadüflerinin de sonucuydu. Forman’ın kuşağının eğitim gördüğü dönemde pek çok yaratıcı ve yetenekli sinemacı, tiyatrocu ve yazar dönemin komünist yönetimi tarafından “yasaklı” ilan edilmişti ve sanatlarını icra edemiyorlardı. Yönetimin bu insanların hayatlarını idame ettirebilmeleri için üniversitelerde eğitmen olarak çalışmalarına izin vermesi ise ironik biçimde o dönem eğitim alan genç kuşağın şansı oluyordu. Bu sinemacılar ve yazarlar en üretken çağlarında eser vermeleri engellenip sınıflara kapatılırken, bu durum o sınıflardaki öğrencilerin ise ufuklarını açacaktı. Böylece Forman ve kuşağı, normal koşullarda kolay kolay eğitimlerinden geçemeyecekleri dönemin en başarılı ve yaratıcı sinemacıları, tiyatrocuları ve yazarları tarafından eğitilmişlerdi. Bu gençlerin sinemaya adım attığı yıllar ise Kruşçev’in Sovyetler’in başına geçmesiyle sanatçılara tanıdığı görece özgürlük dönemine denk gelmiş ve böylece tarihsel değişimler ironik biçimde bu yaratıcı sinemacılar kuşağını sahneye sürmüştü. Bu da tarihin kaleminden bir koyu mizah örneğiydi.

Bu yetenekli ve yenilikçi gençler böylece “Çek Yeni Dalgası”nı oluştururken filmleriyle uluslararası alanda da ses getirirler. 1965’te Ján Kadár “Ana Caddedeki Dükkan” filmiyle, 1967’de ise Jiří Menzel “Sıkı Gözetlenen Trenler” filmiyle Çekoslovakya adına Oscar Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü’nü alırken 66 ve 68’de de Miloš Forman “Bir Sarışının Aşkları” ve “Koşun İtfaiyeciler” filmleriyle aynı ödüle aday gösterilir. Bu yönetmenlerden Jiří Menzel, ülkesinde filmler çekmeye devam edip ilerleyen yıllarda da uluslararası film festivallerinde çeşitli ödüller kazanırken, Forman ve Kadár ise Akademi Ödülleri’nin onlara Hollywood’da sağladığı tanınırlığın da sayesinde 68’deki Sovyet işgalinin ardından ülkelerinden ayrılarak kariyerlerini göç ettikleri Amerika’da devam ettirirler.

Forman, kendisini ispat ettiği ilk iki filminin ardından Çekoslovakya’da çektiği son film olan “Koşun İtfaiyeciler”de gerek yarattığı komik durumlardaki absürtlüğün gerekse alttan alta yaptığı toplumsal eleştirinin dozunu doruğa ulaştırmıştı. Tam da 68’deki Sovyet müdahelesinden birkaç gün önce ülkede gösterime giren filmin müdahelenin ardından “zararlı” bulunarak gösterimi sonsuza değin yasaklanacaktı ki gerçek yaşamda bu süre 20 yıla tekabül ediyordu. Forman, aslında daha 67 yılında Amerika’da bir film çekmek üzere Paramount Stüdyoları ile görüşmeye başlamıştır. Hatta Franz Kafka’nın Amerika romanını sinemaya uyarlamak da aklındaki fikirlerden birisidir. 68’de ise artık yasaklı bir sinemacı konumuna düştüğü Çekoslovakya’ya bir daha dönmemek üzere Amerika’ya kalıcı olarak yerleşir.

Daha ilk filmiyle Locarno Film Festivali’nde ödül alan Forman’ın ikinci ve üçüncü filmlerinin de Çekoslovakya adına Oscar Ödülleri’nde En İyi Yabancı Film dalında aday gösterilmesi ona sinema dünyasında önemli bir ün sağlamıştı, ancak yine de Hollywood yepyeni bir dünyaydı. Forman, ilk filmlerinden getirdiği ünün ve başarının katkısıyla 1971’de Amerika’daki ilk filmi “Taking Off”u çeker. Filmin çocukları evden kaçan ailelerin buluşup dertlerini paylaştıkları ve gençleri anlamaya çalıştıkları bir destek grubu etrafında şekillenir. Forman’ın işlemeyi sevdiği yeni kuşak-eski kuşak çatışması yine öykünün temelindedir ve Forman alaycı kara mizah anlayışını burada da gösterir. Forman, yıllar sonra verdiği bir röportajda Amerika’daki bu ilk filmini Çekoslovakya’dan getirdiği sinema anlayışıyla çektiğini ve bu nedenle Amerika’da tam anlamıyla bir ticari başarısızlığa uğradığını belirtecektir. Gerçi film, Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmıştır ama Hollywood’da bu pek de bir şey ifade etmez, ticari başarı yoksa gerisi boştur. “Taking Off” video kaset olarak bile piyasaya sürülmez.

Gugukkuşu

Forman, bu durumdan önemli bir ders çıkarır, artık Hollywood’dadır, filmlerini buranın tarzına uygun olarak çekmelidir. Maddi olarak zorlu geçen birkaç senenin ardından 1975’te senaryosu Ken Kesey’nin romanından uyarlanan “Gugukkuşu” filminin yönetmeni olarak şans bulur ve “Gugukkuşu”, Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Uyarlama Senaryo ödüllerini alarak Oscarlar tarihinde ana ödüllerin hepsini kazanmayı başaran birkaç filmden birisi olarak tarihe geçer. Sonraki yıllarda, Mozart ve Salieri’nin hikayesini anlattığı “Amadeus”, 60’ların “hippi” kuşağını anlatan meşhur Broadway müzikalinden uyarlanan “Hair: Bırak Güneş İçeri Girsin” ve Jim Carrey’nin ünlü komedyen Andy Kaufman rolüne tam anlamıyla büründüğü “Aydaki Adam” filmleriyle Amerikan sinemasında da önemli bir iz bırakmayı başarır.

Aynı kuşaktan bir diğer başarılı Çek sinemacı Jiří Menzel’e göre Miloš Forman, Avrupa sinemasından Hollywood’a transfer olup yaratıcı vizyonunu oraya en başarılı biçimde taşıyan sinemacı olmuştur. Slavoj Žižek’e göre ise Forman’ın Amerika’daki kariyeri “Batı”nın bir sanatçıyı nasıl yok edebildiğinin bir örneğidir. Forman’ın Çekoslavakya’da çektiği ilk filmlerine hayran olan ve bu filmleri dahice olarak tanımlayan Žižek, Forman’ın Amerika’da çektiği ilk film olan “Taking Off” haricinde Hollywood’da yaptığı filmleri beğenmez. Žižek’e göre, Forman’ın kendisinin de belirttiği gibi Çekoslovakya’dan getirdiği sinema anlayışıyla çektiği “Taking Off”, Amerikan orta sınıfına “Çek gözlükleri” ile bakan iyi bir filmdir ve ilk filmleri ile aynı atmosfere sahiptir. Forman’ın bilinçli olarak Amerikan tarzına geçiş yaptığı sonraki filmleri ise Žižek’in nazarında yakın değerde değillerdir.

Gerçi Žižek, Kieslowski’nin de yine zamanın “Doğu Bloku” ülkesi Polonya’dayken yaptığı filmleri beğenirken Fransa’da çektiği “Üç Renk Üçlemesi”ni değersiz bulur. Bu ironik durumu da şöyle açıklar: “Komünist rejime dair bir nostalji hissi duymamakla birlikte, bu durum belki de komünizmin çöküşündeki en büyük trajedidir. Baskıcı rejimlerde, her şeye rağmen yine de gerçek sanatı teşvik eden ve mümkün kılan bir şeyler vardı. Sonrasında ise insanlar yanlış biçimde şöyle düşündü; şimdi özgürlüğümüz var ve bütün bastırılmış maneviyatımız bir patlama yaşayacak. Ama öyle olmadı.”

Žižek’in bu önemli değerlendirmesini kayda almakla birlikte, Forman’ın ilk filmlerinden getirdiği asi ruhun, baskıcı otoriteyle derdi olan tutumun ve bunun bir tezahürü olarak eserlerinin özündeki bir direniş olarak mizahın izlerini, aynı özü, Hollywood’daki filmlerinde de görmek mümkün. “Gugukkuşu”nda Jack Nicholson tarafından canlandırılan asi ruhlu McMurphy’nin akıl hastanesinin otoriter yönetimiyle çatışmasında, “Amadeus”ta uçarı dahi Mozart’ın üstün dehasının başına buyrukluğunda, “Hair”daki hippi gençliğinin özgürlük arayışlarında ve “Aydaki Adam”daki toplumla uyum sağlayamayan Andy Kaufman’ın sıradışı mizahında; hepsinin altında bir yerlerde, iktidara ve baskıya karşı mizahla konum almanın, 60’ların isyankar ve yenilikçi ruhunun ve “Prag Baharı”nın izleri vardı.

2018’de 86 yaşında aramızdan ayrılan değerli yönetmen Miloš Forman’ın anısına…

Psikesinema 23. sayı, Mayıs-Haziran 2019

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *