Ustalar, efendiler, reisler; insan geçmişte olduğu gibi günümüzde de ona aradığı cevapları verecek, onun adına bilinmezliğin yükünü üstlenecek, diğer taraftan da onu olumsuz yanlarına rağmen yargılamadan kabul edecek -gerçeklerle yüzleşme ve kendisiyle hesaplaşma yükünden kaçınmasını sağlayacak- bağlanacağı güçlü figürler arıyor. Burjuvazi hakimiyeti eksenindeki kapitalist Batı demokrasilerinin dünya savaşları sonrası vaat ettikleri özgürlükçü refah düzenlerini sürdürmekte zorlandığı, maskelerin düştüğü, statükoların her gün yıkıldığı, hızlı değişimlerin ve belirsizliklerin insanları güvenliksiz hissettirdiği bu günlerde bu arayış daha da güçleniyor. Amerikalı yönetmen Paul Thomas Anderson’un 2012 yapımı “The Master”, Türkçe adıyla “Usta” veya daha doğru bir çeviriyle “Efendi” adlı filmi, bir de bunları düşünerek tekrar izlenilmeyi hak ediyor ve çağımıza dair önemli saptamalar yapıyor. Hem insana, hem çağa dair bam tellerine dokunan, güçlü imgelerle anlatımını zenginleştiren, sinema dili, tekniği ve oyunculuklar bakımından da çok başarılı olan bu filmin Paul Thomas Anderson’un en beğenilen ve en başarılı bulunan filmi olmamasına rağmen kendi ifadesiyle en sevdiği filmi olması da boşuna değil.
“The Master”, günümüzün meşhur modern tarikatlarından (veya başka bir ifadeyle yeni çağ dinlerinden) Scientology’nin ortaya çıkış yıllarının hikayesini anlatmasıyla tanınıyor. The Church Of Scientology yani Scientology Kilisesi, popüler kültürden, özellikle de ünlü üyesi Tom Cruise vesilesiyle pek çok kişinin ismine aşina olduğu ve fakat pek de derinlemesine bilmediği bir vaka. Kendisini bir din olarak tanımlasa da inanışları bir Tanrı inancını zorunlu kılmayan, esasında da din temelli de olmayan bir oluşum Scientology. Temelinde kurucusu L. Ron Hubbard’ın 1950’lerde başlattığı, alternatif bir psikolojik terapi yöntemi ve Hubbard’ın gizemci fantastik inanışlarına dayanan hareket yer alıyor. Din kisvesine bürünmesi ise daha çok, bu hareketin “inanç özgürlüğü” zırhına kavuşarak sahte tedaviler uygulama suçlamalarından korunmasını ve insanlardan rahatça para toplayabilmesini sağlayan stratejik bir hamle. Günümüzde ünlü üyeleriyle tanınan, milyonlarca dolar servete sahip olan ve pek çok ülkede şaşaalı devasa binalarıyla faaliyet gösteren bu oluşumun binalarının üzerinde bir çeşit haç işareti yer alsa ve kilise olarak nitelendirilse de Hristiyanlık’la da doğrudan bir ilgisi yok.
Scientology tarikatının kurucusu L. Ron Hubbard 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan Donanması’nda görev yaparken komuta ettiği savaş gemisiyle kendisinden başka kimsenin görmediği hayali Japon denizaltılarına ateş açan, eski karısı tarafından paranoid şizofren olduğu iddia edilen epey ilginç bir adam. Savaş sonrasında yaşadığı psikolojik problemleri aşmak için psikiyatrik terapi görmeyi arzulayan fakat maddi imkanları buna el vermeyen Hubbard, 1950’lerde henüz günümüzdeki kadar gelişmemiş olan ilaç endüstrisinin de ihtiyaçlarına cevap verememesiyle düştüğü çaresiz durum içerisinde kendi kendisini psikoloji konusunda eğitmeye çalışarak derdine çare arar, bir taraftan da baş edemediği gerçeklikten bir kaçış olarak okült inanışlara ilgi duyar. Bu arayışlarının sonucu ise icad ettiği bir terapi yöntemi ve insanın varoluşuna dair mistik ve fantastik inanışlarıyla kendi çevresinde kurduğu bir kült hareketi olur. Yazdığı kitaplarla ve ruhsal sorunları olan insanların dertlerine çare olma vaadiyle takipçiler kazanan Hubbard biraz psikolojiden biraz gizemcilikten aldığı kavramlara kendince isimler vererek eklektik öğretisini oluşturur.
Terapi yöntemine verdiği özel isim “Dianetics”tir. Psikiyatri yoluyla dertlerine çare bulmayı başaramamış ve ona gerekli şefkati göstermeyen bir anneye kızar gibi psikiyatriye savaş açmış olsa da icad ettiği sözde terapi yöntemi temelde psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un insan psikesine dair fikirlerine ve konuşmaya dayalı psikanalitik terapiye yüzeysel biçimde dayanmaktadır. “Auditor” adı verilen topluluk üyesi tarafından yürütülen seanslarda kişi geçmişine dönecek, travmatik anılarını hatırlayacak, ifade edecek, su yüzüne çıkaracak ve bu sistemin kıymeti kendinden menkul motivasyon yöntemleriyle bu travmaların etkilerinden arınacaktır. Tıp diploması olmamasına rağmen kendi kendisini doktor ilan eden Hubbard, terapi sistemine daha da bilimsel bir hava katmak için e-metre adlı bir cihaz da ekler. Bu basit cihaz, kişiye elektrotlarla bağlanarak çok düşük bir voltajda akım verir ve seans sırasında kişinin vücudunda dolaşıp cihaza geri gelen akımın şiddeti ölçülerek güya kişinin travmalarını saptanır ve kişi bu travmaların olumsuz etkilerinden arındırılır.
Hubbard, terapi yönteminin yanı sıra geçmiş yaşamlarımızda yaşadığımız travmaların da bugünkü sıkıntılarımıza neden olabileceğini iddia eden bir çeşit reenkarnasyon inancını ve insanın kökenini milyonlarca yıl önce dünyaya gelen uzaylılarda arayan fantastik inanışları da zamanla söylemine dahil eder. İddiasına göre bütün insanlığın sorunlarını çözecek, dünyadaki savaşları bitirecek, insanı mükemmelleştirecek bir öğretidir onunkisi. Çarpık bir zihnin kapıldığı hastalıklı narsisizm ile kendi sorunlarına çare bulmak için kurguladığı fanteziler ve bilimsel görünümlü yalanlar önce bir kişi kültüne sonra da binlerce takipçisi olan meşhur bir yeni çağ dinine dönüşecektir.
Yönetmen Paul Thomas Anderson da bu ilginç oluşumun kuruluş yıllarını ve eksantrik kurucusunun karakterini temel alarak filminin senaryosunu oluşturur. “The Master” Scientology’yi anlatan bir film olarak tanınsa da esasında bundan çok daha ötesidir. Yönetmen, seçtiği bu konu vasıtasıyla hem çağımıza ve insan psikolojisine dair derin irdelemelerde bulunma hem de 2. Dünya Savaşı sonrası Amerikan toplumuna farklı bir açıdan gerçekçi bir bakış sunma olanağı bulacaktır.
Filmin hikayesinin somut düzleminde arka planda tarikatın kuruluş yıllarındaki hadiseler ve topluma dair gözlemler yer alırken ana eksende ise iki adam arasındaki sıradışı dostluk ilişkisi işlenir: 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan donanmasında hizmet veren savaş yorgunu alkolik fotoğrafçı Freddie Quell ve kendi icadı olan terapi yöntemleri ve inanışlarıyla insanlığı mükemmelleştireceğine inanan tarikat lideri, nam-ı diğer “the master”, yani “efendi” Lancaster Dodd.
Film, Freddie’nin hikayesiyle; dünyanın o güne dek görmediği denli büyük bir toplu cinayet silsilesi olan 2. Dünya Savaşı’nın ardından evlerine dönen erkeklerin iç dünyasında neler olup bitiyordu sorusunu hatırlatarak başlar. Savaştan geriye, bilmediği topraklarda ve denizlerde kutsal bir amaç uğruna savaştığına inandırılmış yığınlarca zavallı travmalı çocuk kalmıştır. Yönetmen Paul Thomas Andersson, filmin açılış sekansında tropik bir sahilde Amerikan donanmasının savaş yorgunu, bir arada ama kimsesiz çocuklarının durumunu gözlemci bir dille sunarken bu erkeklik-çocukluk-zavallılık halini sinema dilinin olanaklarını kullanarak etkili bir şekilde aktarır. Askerlerin eğlenmek için yaptıkları sahildeki kumdan kadın üzerinde cinsel gösteriler yapan Freddie, izleyiciler dağıldığında annesine sarılan bir bebek gibi kumdan kadına sarılıp kumun üzerinde yatar. Bu kısa açılış sekansında yönetmen, düşmanı, çatışmayı ve savaşın vahşetini göstermeden, çatışmadan uzak bir cephede, sade bir dille savaşa giden çocukların yıkıma uğrayan ruh hallerini izleyiciye hissettirmeyi başarır.
Savaştan dönen askerler, sivil hayata dahil olmadan önce ordu tarafından psikolojik durumlarını saptamak amacıyla mülakata tabi tutulurken onların yorgun, iki büklüm, çaresiz hallerini izleriz. Bu travmalı insanlara savaşın kazanılmasında ülkelerine hizmet ettikten sonra artık ülkede kurulacak müreffeh yaşamda yerlerini alacakları anlatılırken ve moral verilmeye çalışılırken ise bu söylemin onlara pek de umut aşılayamadığını görürüz. O travmalar, o hayaletler belli ki onları kolay kolay yalnız bırakmayacaktır. Freddie de o çocuklardan birisidir. Savaşın ruhunda yarattığı tahribatın da ötesinde onun ruhu aslında çocukluktan yaralıdır. Filmin ilerleyen sahnelerinde annesinin akıl hastanesinde olduğunu öğreneceğimiz Freddie’nin ihtiyacı olan sağlıklı anne şefkatini hiçbir zaman görememiş olduğunu tahmin etmek zor değildir. Sahilde önce iç sıkıntısına paralel olarak büyüyen cinsel şehvetiyle üzerinde çeşitli numaralar sergilediği kumdan kadına yalnız kalınca sarılarak uyuması anneye olan ihtiyacını giderememiş yalnız bir çocuğun davranışıdır.
Bu açılış bölümünün ardından Freddie’yi savaş sonrasında bir alışveriş merkezinde fotoğrafçı olarak çalışırken görürüz. Biten savaşın ardından savaşın kazanımlarıyla kurulması vaat edilen kapitalist refah toplumunun güzel bir gösterimidir bu mekan. Freddie burada sevgililerin, ailelerin, çocukların, eşlerine sunacakları hatıra için güzel bir poz vermek isteyen insanların fotoğraflarını çeker. Fakat sıkıntılarını aşamayıp kendini alkole verişi ve bir türlü dahil olamadığı “normal” toplum yaşamı karşısında içinde büyüyen öfke Freddie’nin bu düzenli işte barınmasına da mani olur. Müşterilerden birisiyle yaşadığı kavga sonrasında kaçıp gittiği uzaklarda serseri bir yaşam sürerken, karşılaştığı yaşlı bir adama ona babasını hatırlattığını söyler. Adama kendi hazırladığı sert alkol karışımından ikram ederken belki de içten içe kendisine doğru dürüst babalık edememiş olan alkolik babasını öldürmek ister. Adam öldü mü bilemeyiz ama adamın fenalaşması üzerine onu zehirlediğini iddia etmesiyle Freddie oradan da kaçmak zorunda kalır. Bu problemli anne ve baba ilişkisine dair pek çok şey söyleyen iki sekansla Freddie’nin iç çatışmaları ve nevrozu epey Freudyen bir düzlemde kurulmuş olur.
Freddie Quell, kimseye bağlanamayan, hiçbir yerde huzur bulamayan, içeriğinde motor yakıtı dahi kullandığı garip sert karışımlarıyla kendisini özyıkımcı bir güdüyle alkole veren, buhrandan çıkışı cinsel şehvette arayan, rüzgarda savrulan ipsiz bir uçurtma gibi bir adam, savaşın psikolojik tahribatına uğramış, sağlıklı bir anne ve baba ilişkisinden mahrum kalmış kayıp bir ruhtur. Amaçsız gezindiği bir akşam biraz içki ve eğlence için sahile demirli bir gemideki partiye gizlice dahil olması “The Cause” yani “Amaç” adı verilen hareketle ve bu hareketin lideri nam-ı diğer “efendi” Lancaster Dodd’la tanışmasını sağlayacaktır. Dodd ve takipçileri bir gemiyle Amerika’nın doğu kıyılarını liman liman gezmekte, öğretilerini yaymaya ve destekçiler bulmaya çalışmaktadırlar.
Freddie, alkolden sızıp ertesi gün gemide uyandığında “efendi” onunla özel olarak ilgilenecektir. Freddie’ye onlarla yolculuk etmesini önerirken dün gece tattığı özel alkol karışımından onun için daha fazla hazırlamasını ister. “Efendi” Dodd da Freddie’nin ruhsal sorunlarını çözmesi için terapi seanslarında ona rehberlik edecektir. Bu iki adam, ilk karşılaşma anlarından itibaren birbirlerine ilgi duyan ve zamanla sevgi besleyen iki sıkı dost haline gelirler. Çaresiz ve yalnız bir adam olan Freddie ona sevgi ve ilgi gösteren, onu yargılamadan olduğu gibi kabul eden ve ona yardım etmeye çalışan bir dost bulduğunu düşünerek Dodd’a bağlanırken Dodd da Freddie’nin itaatsiz ve dürtüsel kişiliğine karşı bir heyecan duyar. Dodd etrafındaki takipçileriyle bir çeşit şeyh-mürit ilişkisi içerisindeyken Freddie ile farklı bir yakınlık kurar. Freddie ise Dodd’un öğretilerine ve inanışlarından ziyade şahsına karşı bir bağlılık geliştirir.
Bir bakıma Freddie Quell ve Lancaster Dodd, bir kişiliğin iki parçası gibidirler. Öykünün ve Dodd karakterinin kısmen dayandığı Scientology’nin kurucu L. Ron Hubbard da Freddie gibi geçmişi travmalı, psikolojik sorunları olan bir savaş yorgunudur. Sanki Freddie, Hubbard’ın buhranlı tarafıdır da “efendi” de dertlerine çare olması için yarattığı kişiliktir. Film boyunca “efendi” kendi ruhundaki bir yarayı tedavi etmeye çalışır gibi Freddie’ye ilgi gösterir, Freddie ile bizzat ilgilenerek onunla terapi seansları yürütür. Aslında bu iki karakter ve aralarındaki ilişki yoluyla yönetmen, Hubbard’ın öğretisini oluşturmasının altında yatan psikolojik dinamiği iki ayrı ayrı karaktere bölerek somut olarak sergilemiş olur.
Freudyen bir bakış açısıyla Freddie, psikenin ilkel arzularına göre hareket eden tasması açılmış “İd” tarafını temsil ediyorsa Dodd da bunları bütünüyle baskılamaya çalışan “Süperego”yu temsil eder. Ne var ki “Ego”nun gerçeklikle barışık sağlıklı var oluşu ne tam bir bastırma ne tam bir serbesti ile değil, bu ikisinin arasında başka bir yerdedir. Bu doğru yeri bulamamış bu iki travmalı insanın bağlanışında birbirlerinde eksik olan diğer yöne olan ihtiyaçları rol oynar. Bu bağlanıştan sonra “efendi”nin yanından ayrılmayan Freddie kendisini her koşulda onu korumaya ve savunmaya adarken Dodd da Freddie’nin yaşadığı travmaların etkilerini bastırmasını ve dürtülerini dizginlemesini sağlamaya çalışır.
Bu anlamda “efendi” Dodd’un Freddie’ye duyduğu ilginin ardında, kendisini bir ruhani lider olarak şekillendirerek ve acı hatıraları bastırmaya dayalı sözde bir terapi sistemi geliştirerek kendi başına bir çeşit süper-ego haline gelirken kendisini bir kafesin içine sıkıştırmış olması da vardır. Belli ki bu durumun sıkıntısını içten içe hissetmekte ve Freddie’nin zaman zaman vahşi bir hayvanı andıran dizginsiz davranış şekline imrenmektedir. Filmin ortalarında Dodd maddi meseleler ve lisansı olmaksızın tedavi uygulamak gerekçesiyle tutuklanır. Onun tutuklanışına sahibini korumaya çalışan sadık bir köpek gibi vahşice itiraz eden Freddie de polise saldırdığı için tutuklanır ve yan yana hücrelere konulurlar. Bu sahnede Freddie hücreye kapatılmasına dizginlenemez bir şiddetle itiraz eder, ranzalara vurur, hücredeki klozeti kırar. O sırada Dodd ise yan hücrede sakince dikilmektedir. Bu sahne iki karakteri ve farklarını başarılı biçimde sunar. Freddie kendine zarar verme pahasına dürtülerini denetlemez ve öfkesini dışavururken Dodd “olumsuz” olarak dışavurabilecek bütün duygularını bastırmış ve kendine fantezileriyle örülü bir huzur hapishanesi yaratmıştır.
Diğer taraftan görmek istemediği gerçekliğin perdesinin hafifçe aralanması bile kaçışıyla huzurlu olduğuna inanmış Dodd’un sert tepkisine neden olur. Filmde, Lancaster Dodd böyle anlarda aniden saldırganlaşır. Metodlarını ve inanışlarını eleştirmeye kalkan, ona gerçeği söylemeye yaklaşan kişiler karşısında o kendine güvenli sakin halini bir anda kaybedip kontrolsüz bir agresyona bürünmesi Dodd’un kendisi için yarattığı ve içine saklandığı kaçışçı evrenden gerçeğe adım attığında var olamayacağını açık biçimde gösterir. İlkelerinin ve terapi sisteminin sorgulanmasına asla müsaade etmez. Ustalar, efendiler, reisler onları gerçeklikle yüzleştirecek soruları sevmez. Egolarını ve hakimiyetlerini besleyen müritleriyle kurdukları çarpık gerçeklik içinde huzurludur onlar, bu huzuru bozabilecek kişiler ise yok sayılması veya yok edilmesi gereken düşmanlardır.
“İnsan bir hayvan değil, ruhani bir varlıktır.” “İnsan duyguları tarafından yönetilmez.” Bunlar film boyunca Dodd’un ağzından sıklıkla duyduğumuz söylemler. Vaad ettiği de onun yolunu takip eden insanları geçmiş travmaların getirdiği olumsuz duygulardan arındırmak ve onların akıllarıyla hareket eden “iyi” ve “başarılı” insanlara dönüştürmek. Ama esasından Dodd’un kendisi, kendi travmalarından ve acılarından kaçan, acı veren hatıralarını olmamış saymayı arzulayan, hatta bu doğrultuda ona acı veren olumsuz yaşantıları, insanın önceki yaşamlarında yaşadığı fantezisine atfeden birisidir. İnsanın duyguları tarafından yönetilmemesi gerektiğine dair inancının altında ise acı veren duyguları bastırma ve bütünüyle yok sayma arzusu yatmaktadır. Yani onun akılla hareket etmek dediği, gerçekten akla dayalı bir yaşantı değil de tam bir kaçış sonucu ulaşılabileceğine inandığı sahte bir huzur halidir.
Fakat Freddie, terapi seanslarında en azından birisine acı hatıralarını anlatabilmesi sonucu kısmi bir rahatlama yaşasa da Dodd ile geçirdiği onca zamana rağmen vaat edilen huzura kavuşamaz, “efendi”nin kendisine bağlanırken öğretisine kendini veremez. Ancak bu sürecin bir sonucu olur ki Freddie esasında Dodd’un terapisinin amacındaki gibi travmatik hatırasını silmek yerine daha insani bir tepki vererek durmadan kaçıp durduğu ve terapi seanslarının ona hatırlattığı acısıyla yüzleşme kararı alır. Bir gün aniden başını alıp gider. Askerdeyken ona mektup yazan ve memleketine dönünce tanıştığı genç kız Doris’i tekrar bulacaktır. İnsan bazen, bir türlü çözemediği o düğümün atıldığı yerlere dönüp dönüp durur da bir çare bulamaz. Ne zaman acı da verse gerçekle yüzleşebilirse, düğüm çözülür ve özgürlüğüne kavuşur. Freddie de kendi düğümünün atıldığı yere döner.
Savaştan döndüğünde memleketinde bir işe girip, ona aşık olan Doris’le evlenip bir hayat kurabilecekken Freddie oradan kaçmayı tercih etmiştir. Ancak zaman durmaz, fırsatlar beklemez. Doris’in evine gittiğinde onu Doris’in annesi karşılar. Doris artık orada yaşamamaktadır. Yıllar geçmiş, ondan haber alamayan Doris bir süre sonra başka bir adamla evlenmiş ve iki çocuk sahibi olmuştur. Buhranı ve travmalarıyla yaşama dahil olamayan, sağlıklı bir ilişki kuramayan Freddie, onu seven bir kadınla birlikte mutlu bir yaşam kurma fırsatını da kaçırmıştır. Bu acı verici haber, belki de kaçışının başladığı yerde kendisiyle bir hesaplaşma yaşayarak bu bitmeyen kaçışa bir son verme fırsatıdır.
Freddie onu seven bir kadınla bağ kurmaktan, belki de gerçek duygularıyla yüzleşmekten kaçışında, donanmadaki denizcilik tecrübesiyle gemilerde iş bulup çalışmış, uzak denizlere açılmıştır. Filmde de kritik noktalarda perdeyi kaplayan üst açıdan görülen açık deniz görüntüsü bir kaçış imgesi olarak karşımıza çıkar. Denizde olmak, karadan uzak olmak, bu dünyadan, gerçeklikten, esasında da kişinin yüzleşmek istemediği yanlarından, kendisinden kaçışının bir ifadesidir. “Efendi” ve takipçileri de en çok gemide rahat hissederler; karadan, toplumdan, gerçeklerden uzakta. Onların kaçışı da denizde olmakla bütünleşir. Scientology tarikatının da bugün dahi üst düzey örgütlenmesinin üyeleri “Sea Organization” (Deniz Organizasyonu) adıyla tarikata ait gemilerde yaşamaktadırlar.
Fransız düşünür Michel Foucault’un Deliliğin Tarihi kitabının ilk bölümünün adı “Ship of Fools”, yani Deliler Gemisi’dir. Gerçekten yaşanıp yaşanmadığı kesin olmayan bir söylenceye göre Ortaçağ’da şehrin bütün delileri bir gemiye bindirilir ve bu Deliler Gemisi liman liman dolaşır, toplumun kabul etmediği bu ruhları rahatsız insanlara denize doğru bir kaçış sunulur. Bir zamanlar kutsal kabul edilen deliler şimdi sürgün edilir ve belki de suyun onları temizlenmesi arzulanır. Ve bilir misiniz ki pek çok akli rahatsızlık yaşayan insan gemilere binip uzak denizlere açılmanın, uzak limanlara yol almanın hayalini kurar.
“The Master”, imgelerle örülü özel anlatım dilinin ve başarılı görselliğinin yanı sıra filmde özellikle başrol oyuncularının üstün performanslarıyla da öne çıkar. Oyunculuk hiçbir zaman sadece teknik bir mesele değildir, tekniğin duygularla birleşebildiği yerde oyuncu kendini gösterir ve izleyicide derin bir iz bırakır. Bu bakımdan gerek Freddie Quell’i canlandıran Joaquin Phoenix’in gerek de “efendi” Lancaster Dodd’u canlandıran Philip Seymour Hoffman’ın oynadıkları karakterlerle kurdukları bağda kendi hayatlarında yaşadıkları tecrübelerin etkisini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu iki usta oyuncu, kendi hayat tecrübeleri ve duygularıyla karakterler arasında bir bağ kurarak daha güçlü bir performans ve gerçeklik duygusu ortaya koyarlar. Netekim Joaquin Phoenix gerçek yaşamında alkolizm tedavisi görmüş birisidir ve otoriteyle sorunları davranışlar sergiler. Paul Thomas Anderson’un 5 filminde yer alan ve yönetmenle yakın ilişkide “The Master” filminin senaryo yazım süreci de dahil projenin gelişimine katkı veren Philip Seymour Hoffman da bir bağımlılık geçmişine sahip. İlginçtir ki tam 23 yıl alkolden uzak durmayı başarmış olan Hoffman, filmin çekimlerinin bitişinin ardından verilen partide yıllar sonra alkol alır. Bu filmin çekiminde Dodd’u canlandırırken yaşadığı tecrübe onun üzerinde nasıl bir etki bırakmıştır tam olarak bilemeyiz ama Hoffman filmin gösteriminden iki yıl sonra, 46 yaşındayken banyo küvetinde çeşitli uyuşturucuları karışık olarak kullanması sonucu ölü olarak bulunacaktır. Başarılı ve özel bir oyuncu olan Hoffman dört defa Oscar ödülüne aday olmuş, “The Master” ile son adaylığını kazanmış ve genç bir yaşta aramızdan ayrılmıştır. Yine kendisi gibi başarılı bir aktör olan kardeşi River Phoenix’i aşırı dozda uyuşturucudan kaybeden Joaquin Phoenix ise bağımlılıklarını tam olarak tedavi edebilmiş midir bilinmez ama oyunculuk kariyerine başarılı biçimde devam etmektedir. Sözün kısası iki oyuncunun da kişisel travmalarla, bağımlılıkla, ruhsal yaralarla olan tecrübeleri filmdeki karakterleri canlandırırkenki performanslarına yansır. “The Master”, bu iki iyi aktörün filmografisinde de belki de en iyi performanslarını verdikleri özel bir film olarak yerini alır.
Bu başarılı oyunculuk performanslarının filmde doruk noktasına çıktığı sahne ise filmin sonlarında karakterlerin baş başa kaldığı son karşılaşma sahnesidir. Freddie’nin acı hatırasıyla yüzleşmek için tarikatten uzaklaştığı günlerde Scientology’nin gerçek hikayesinde de olduğu gibi hareketin başı Amerikan hukukuyla derde girmiş ve topluluk İngiltere’ye taşınmıştır. Yaşadığı acı yüzleşmenin hüznüyle kendi karanlığına gömülen Freddie bir gün “efendi”den bir telefon alır. İngiltere’ye gitmiş, orada bir okul açmışlardır, “efendi” Freddie’yi özlemiştir ve yanına gelmesini istemektedir. Freddie yine denize açılır, yeni bir kaçıştan ziyade bu sefer dostunu ve kaçış evrenini son bir ziyarete. İkilinin bu son karşılaşma sahnesi filmin en dokunaklı kısmıdır. Karşı açılarla, iki adamın yüzlerine her detayına hakim olacak bir ışık ve çerçeveyle odaklanan bu sahnede Joaquin Phoenix ve Philip Seymour Hoffman izleyenin içine işleyen bir oyunculuk sergilerler. Filmin en çok akıllara kazınacak satırları da bu sahnede neticede ona da bağlanmayan, bu topluluğa da ait olmayan Freddie’nin karşısındaki “efendi”yi canlandıran Philip Seymour Hoffman’ın ağzından dökülür: “Bir efendiye ihtiyacın olmadan, herhangi bir efendin olmadan yaşayacak bir yol bulursan eğer, bunu bizlerle de paylaş mutlaka; çünkü bunu başarırsan sen dünya tarihinde bir ilk olacaksın.”
İnsanın büsbütün özgür, her şeyden bağımsız olarak var olması mümkün değildir elbet. Hiçbir şey kısıtlamasa kendi bedenlerimiz, biyolojimiz kısıtlar bizi. Kaderine boyun eğmemek de istese insan, hatırlamadığı zamanlara uzanan geçmişi yoğurur ve belirler onun kim olduğunu. Ama somut veya soyut efendilere sığınmak dertlerini ne ölçüde çözer bilinmez. Sonsuz bir kaçış ve sorgusuz sualsiz bir teslimiyetin dışında başka bir yerde olmalıdır cevap. Seni sen yapan eksik taraflarınla ve acılarınla var olmak, sığındığın sahte efendilerinin kanatları altındaki içi boş sahte huzurundan daha doğru bir seçenektir.
Yeni çağ dinleriniz, mistik bulamaçlı kişisel gelişim mottolarınız, kendinizi inandırdığınız türlü yalanlar kurtarmayacak sizi, sadece günü kurtardığınızı sanacaksınız. Sen ne düşünürsen düşün, neye inanırsan inan, kime bağlanırsan bağlan bir gerçek var ki değişmeyecek: Seni kimse kurtaramaz.
Psikesinema 20. sayı, Kasım-Aralık 2018
Be First to Comment