“Ahlat Ağacı”, Anadolu’nun herhangi bir yerinde küçük bir şehre ve kasabaya yolu düşmüş herkesin hemen tanıyabileceği gerçek insanlarla dolu gerçek mekanlarda geçen bir film. Film bu gerçekliği öyle derinden yansıtıyor ki filmin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmleriyle kapısını araladığı sinemamızdaki “taşra sineması” dönemi de sanki bu filmle sonlanıyor ve başka bir aşamaya geçişin işareti veriliyor. Artık sığlaşarak anlamını yitiren, azalarak bitmekte olan “taşra sıkıntısı” kavramı ve “taşra romantizmi”nin yerine bu filmde derin bir gerçeklik hissi, rüzgarın sert esintisi gibi izleyicinin yüzüne vuruyor.
Uzun diyaloglarla bezeli olmanın yanı sıra güçlü imgelerle kurulan filmde, Çanakkale’de sınıf öğretmenliği bölümünü bitirip Çan ilçesindeki aile evine geri dönen genç Sinan’ın hayatıyla ilgili önemli kararlar vermenin eşiğinde, arayış içindeki halini izlerken Sinan’la birlikte kasabanın türlü yönlerini, çeşitli karakterlerini tanıyor, bir taraftan da Sinan’ın iç dünyasında esen fırtınalara, babasıyla ikircikli ilişkisine tanık oluyoruz. Sinan’ın filmin birbirini takip eden bölümlerinde ilişki içerisinde olduğu her yan karakter bize toplumun farklı yüzlerini büyük bir inandırıcılıkla sunuyor. Önündeki kısıtlı seçenekler karşısında hayatına anlamlı bir yön verme, bir çıkış bulma arayışındaki bir gencin öyküsü, toplum tarafından garipsenen farklı bir insan olan, toplumun onaylamadığı davranışları ve kumar alışkanlığıyla aile içindeki otoritesini de zamanla yitirmiş öğretmen babasıyla ilişkisi ve çizilen gerçekçi insan portreleriyle harmanlanıyor. Sinan belki de bu çıkışsızlığa bir deva olarak, kendini ifade etme ve anlaşılma tutkusuyla yazdığı kitabını bastırmanın yollarını arıyor. Olanaksızlıklar ve sığ bir tekdüzelikle örülen bir toplumsal ortamda, ayrıksı bir birey olmanın getirdiği zorlu durum; çorak topraklarda bütün olumsuz koşullara rağmen kendi kendine büyüyen yabani Ahlat Ağacı’nın imgesiyle bütünleşerek filme yayılan güçlü bir his oluşturuyor.
“Ahlat Ağacı” farklı bir film. Gerek filmin yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın sinema yolculuğunda, gerekse Türkiye sinemasında farklı bir soluk. Aslında ilk filmlerinin senaryolarında da yazdığı uzun diyalogları bir türlü filmlerine yansıtmayan yönetmenin edebi duyarlılığını uzun diyaloglarla perdeye taşımasının “Kış Uykusu” filminden sonraki halkası. Ceylan, gerçeklikten olduğu kadar edebiyattan da beslenen, sinemacılığının ardında taşıdığı edebi yaklaşımı filmlerine ince ince işleyen bir yönetmen. Öyle ki çekimlerdeki meşhur titizliği ve mükemmeliyetçiliği de edebi bir yapı gibi oluşturduğu öykülerini, sahnelerini kafasındaki hale en yakın biçimde beyaz perdeye yansıtabilme arzusundan geliyor. “Ahlat Ağacı” da sanırım yönetmenin senaryoda yarattığı dünya ile perdeye yansıyanlar arasındaki mesafenin en çok kapandığı filmlerinden. Türk sinemasında taşranın en derin gerçekçilikle yansıtıldığı film belki de.
Diğer taraftan taşradaki eğitimli orta sınıf bir ailenin ev içi dünyası da çok inandırıcı biçimde kurulmuş. Ceylan’ın “Üç Maymun” filminde alt sınıf bir aileyi anlatırken tam da yakalayamadığı gerçeklik hissine karşın Sinan’ın anne babası ve kızkardeşiyle yaşadığı ev ve aile içi ilişkileri her detayıyla çok gerçek. Filme yayılan derin gerçeklik hissi kuşkusuz yönetmenin mahareti ve oyuncuların başarısı ile şekilleniyor; ancak Ceylan’a hikayenin başlangıç noktasını sunan ve filmde genç imam rolünü de başarıyla canlandıran Akın Aksu’nun önemli katkısını da unutmamak gerekiyor. Ceylan, kasaba halkı tarafından garipsenen bir adam olan Aksu’nun babasının hikayesine ilgi duyuyor. Tanıştığı oğul Aksu’nun da edebiyatla uğraştığını öğrenerek ondan babası üzerine bir metin yazmasını istiyor. “Kış Uykusu” filminin ardından başka bir senaryo üzerinde çalışırken Aksu’nun yazdığı uzun metnin ona ulaşmasıyla ilgisini bu konuya yöneltiyor. “Ahlat Ağacı”nın senaryosunu eşi Ebru Ceylan ve Akın Aksu ile birlikte yazarken Çanakkale’li Aksu’nun kendisinin ve babasının hayatından izler taşıyan metninden hareket ediyor ve bu yolla taşranın ve gençlerin dünyasının gerçekliğine girebileceği bir kapı bulmuş oluyor. Zaten, her zaman ya gözlemlerin ya da edebiyatın gerçekliğinden hareket etmiş, iki yaklaşımı bir dengede birlikte kullanmış olan Ceylan, kendi doğrudan gözlemlerinin dışındaki bir gerçekliğe girerken kendisine hep bir dayanak noktası, onu o gerçekliğin içine sokacak bir “kapı” bulmayı başarmıştır.
“Ahlat Ağacı”, upuzun konuşma sahneleriyle ilerliyor. Ceylan, uzun diyaloglar yazma hevesini daha sinemaya adım attığı ilk günden beri taşıyor aslında. İlk filmi “Kasaba”nın sonlarındaki ateş başındaki sohbet sahnesindeki uzun diyaloglar bu arzusunun nüvesini daha o zaman barındırır. Sonraki filmlerinde ise ya bu senaryolarındaki uzun diyaloglardan ya çekimler sırasında vazgeçer ya da kurgu aşamasında filmden çıkarır. Artık hünerini kanıtlamış bir yönetmen olarak, “Kış Uykusu” filminde uzun diyaloglarını perdeye yansıtmaya karar verdiğinde ise bu Ceylan’ın sinemasında bir kırılma ve değişim olarak görüldü. Uzun diyaloglarla romanvari bir yaklaşımı sinemasına sokan Ceylan’ın ana karakteri bir tiyatro oyuncusu olan “Kış Uykusu” filmindeki diyaloglar ne kadar edebiyata yakın duruyorsa bu yaklaşımın ikinci halkası olan “Ahlat Ağacı”ndaki diyaloglar ise bir o kadar gerçekçi.
Filmin gerek ana karakterlerinde gerekse yan karakterlerindeki oyunculuklar özenli ve başarılı. Başrolde, Sinan karakterinde Aydın Doğu Demirkol, oyunculuk eğitimi almamış bir “stand-up” komedyeni olmanın getirdiği doğal mizahi dürtüleriyle Ceylan’ın filmlerine her zaman katmayı sevdiği o ince mizahı başarıyla taşırken, gerçek hayatında taşrayı tanımış, mühendislik eğitimi almasına rağmen hayatında farklı arayışlara girmiş bir adam olarak da Sinan rolüne kendi hayatından ve gözlemlerinden getirdiği gerçekliği katıyor. Hemen hemen bütün sahnelerde büyük bir inandırıcılık sergilerken, karakterin entellektüel meselelerden bahsettiği diyaloglar ağzında biraz zorlama dursa da bu hal kısmen karakterin entellektüel dünyasının tam da oturmamış olmasına yorulabiliyor. İlk filmlerinde aile bireylerini ve yakınlarını oynatarak sinemaya başlayan Ceylan, ana karakterleri ile oyuncularının gerçek hayattaki kişilikleri arasında yakaladığı bağlarla kurduğu gerçeklik hissini bu filmde de yakalıyor.
“Ahlat Ağacı” biçimsel olarak da yönetmenin sinemasında farklı bir film. Filmde, Nuri Bilge Ceylan’ın kamerası daha önce hiç olmadığı kadar hareketli, karakterlerini oradan oraya takip ediyor. Bu takiplerde kimi görsel kusurlar göze çarpsa da belki filmi ilginç kılan bir özelliği de bu kusurlar. Bu zamana kadar görsel mükemmeliyetçiliği ile tanınan yönetmen, bu filmde sanki bu yerleşmiş kanıyı da kırmak istiyor. Filmin kurgusunu kendisi yaparken, açı-karşı açı şeklinde ilerleyen konuşma sahnelerinde sanki diyaloğun en iyi iletildiği, verilmek istenen hissin en doğru biçimde yakalandığı çekimleri kullanmak adına biçimsel tutarlılıktan vazgeçiyor. Bir planda yakın bir açıda gördüğümüz karakter bir sonrakinde daha genişinde, bir sonrakinde farklı bir halde olabiliyor. Kalemini akışına bırakıp mükemmeliyet aramadan içini dökmeyi arzulayan bir yazar gibi filmin kurgusunu serbest biçimde örüyor.
Bu son filmiyle sinemaya dair biçimsel bir takıntısı olmadığını, daha ziyade anlatıyı ve duyguyu önemsediğini gösteren Ceylan, gerek sanatsal sinemaya gerekse kendi sinemasına dair oluşturulmuş bazı ezberleri de bozmuş oluyor.
İzleyici, bu uzun filmin vurucu sonunun ardından koltuğunda oturup düşünürken, ne biçimsel kusurlar aklında kalıyor ne de filmin bazı bölümlerinin fazla uzamış olduğu hissi. Akılda kalan bir topluma dair türlü gözlemler, genç insanların o sıkışmış halleri, düşünen bir insanın düşüncenin yeşermediği bir ortamda dışarıda kalışı, türlü iç muhasebeler, babayla yapılamayan hesaplaşmaların örttüğü derin bağlar ve her şeye rağmen çorak bir iklimde hayata yabani bir ağaç gibi tutunma çabası.
Film bittiğinde çare nerede diye soruyor insan kendi kendine. Aslında tüm meseleler gibi bunun da basit bir cevabı yok. Çare de çaresizlik de aynı yerde.
Be First to Comment