Tam olmak, daha iyi olmak, daha bütün olmak, şu ayakkabıyı da, bu kahve makinasını da, o koltuğu da almak, orada ulaşacağım bir yer var evet az kaldı şunu da alırsam tamam demek, kazanmak, harcamak, indirim kuponları kapmak, özel günlerdeki büyük indirimleri kaçırmamak, puan biriktirmek, biriktirmek, biriktirmek, sonra günü geçmeden hepsini harcamak, bir alana bir bedava, bir alırsan ikincisi yüzde elli indirimli, ama iki alırsan üçüncüsü bedava, ama yüz liranın üzerindeki alışverişlerinizde yirmi lira para puan kazanın, kazanın, kazanın, harcayın, harcadıkça kazanın, kazandıkça harcayın, harcayın, az kaldı tamam olacaksınız, ama ölüyorsunuz unutmayın.
Chuck Palahniuk’un romanından David Fincher yönetmenliğinde uyarlanan 1999 yapımı “Dövüş Kulübü” günümüz toplumlarında -ama özellikle de Amerikan toplumunda- post-modern zamanlarda ortalama insanın tüketime dayalı tekdüze yaşam içinde düştüğü boşluğu uçlarda resmeden bir filmdir.
Filmin adı belirtilmeyen başkarakteri, 30’lu yaşlarda, büyük bir sigorta şirketinde çalışan bir beyaz yakalı erkektir. Amaçsız, yönsüz hayatında düştüğü ve içinden çıkamadığı bunalım ve uykusuzluk, içinde bulunduğu duruma ve toplumsal düzene kökten isyan eden bir ikinci kişilik olan Tyler Durden’ı yaratmasına varır. Romanın yazarı Palahniuk, kişiliğin iki parçaya bölünmesini kuşkusuz edebi bir araç olarak kullanmıştır. Karakter her ne konuda eksiklik hissediyorsa ikinci kişiliği tam tersine bu konularda bir aşırılık gösterir; daha yakışıklı, daha güçlü, daha korkusuz, daha özgür ve herhalde en önemlisi özgürlüğün ve cesaretin tanımlarını da aşarcasına çok daha özgürdür. Sorgulamadan kaptırıp gittiği hayatında içten içe rahatsız olduğu ama kendine bile itiraf edemediği her ne varsa hepsini yıkıp geçen zincirsiz bir ikinci kişilik. Edebi bir araç olarak bu bölünme, karakterin içinde bulunduğu çaresiz ve çıkışsız durumu aşmak için son çaresidir adeta. Kendi kişiliği ve sınırları içerisinde bulamayacağı çareyi kendi içinden yeni bir kişilik çıkararak radikal biçimde arar.
Kendi mitolojisini kendi yaratmaya girişmiş, neredeyse tarihsiz ve köksüz, bağları zayıf bir toplumda yaşayan (bilhassa Amerikan toplumu), ortak iyilik için bireysel çıkar felsefinden yola çıkan bir sistemde bireysel hedeflerinde metalara sahip olmanın ötesinde pek bir amaç edindirilmemiş bireylerin hikayesidir Dövüş Kulübü. Daha çok da sistemin kaymağını da yiyemeyen, sürüler halinde bireysel çeşitlilik masalının ardında tek tip bir yordamla güdülen, sistemin basit dişlileri alt ve orta sınıf erkeklerin hikayesidir.
Ne yapacağını bilemeyen, babasız çocuklardır Dövüş Kulübü’nün erkekleri. Biraz Tanrı babalarının onları terk edişinden, biraz geleneksel ailenin yıkılışından, biraz da güçlü ve muktedir erkek figürünün kentleşen toplumda dönüşümünden belki. Amaçsız, sistemin basit çarkları olmanın ötesinde bir aidiyeti olmayan, bedenleri ve doğalarına dahi git gide yabancılaşan başıboş, kayıp, çaresiz erkekler ve kadınlar, ama özellikle de erkekler. Reklamlar, filmler, televizyon durmadan onlara bir şeyler satabilmek için ne kadar değerli olduklarını, önemlerini ve sahip olmaları gerekenleri anlatıp durdu. Ama ne büyük yazgılarını gerçekleştirebildiler ne de rock müzik tanrıları olabildiler. 30’larını geçtiler, kendileri için bir anlam ifade etmeyen işlerde çalışıyor ve ancak hangi marka don alacaklarını seçebiliyorlar. Bu zedelenmiş, babasız, ne yapacağını bilmez halde, çaresiz, erkeklikleri yara almış, uygarlık tarafından hadım edilmiş alt ve orta sınıf erkekler şimdi Tyler Durden’ın önderliğinde baş kaldırıyorlar. Gizli saklı dövüş kulüplerinde günlük yaşamın baskıladığı ilkel yönelerini serbest bırakarak, vurarak, kırarak, kanayarak, kavga ederek özgürleşiyorlar. Karanlık bodrum katlarında birer numara, birer elbise, birer ünvan, birer banka hesabı ve sosyal güvenlik numarası olmaktan çıkıyor, etleri ve kemikleriyle var olduklarını hissediyorlar. Statülerle, rakamlarla, sahip oldukları metalarla ölçülmüyor değerleri, üstleri çıplak bedenleriyle olabildikleri kadar eşit, özgür ve güçlü oluyorlar orada. Diğer taraftan ise Tyler Durden önderliğinde kurulan tarikatvari gizli organizasyonun planları çerçevesinde toplumu rahatsız edecek, metalaşmayı ve tüketim düzeninin dayattığı değerleri aşağılayan vandalist eylemlere imza atıyorlar. Onlar da bu yolla –ikinci bir kişilik yaratmasalar da- onları bastıran, kısıtlayan kimliklerinden sıyrılıyor ve kendilerini teslim ettikleri örgütlenmedeki statüsüz aidiyetleri ve bütün bedenleriyle adsız bir isyana dönüşüyorlar.
Adına uygarlık dedikleri bu düzene bir isyan bu. Sonrası mı, sonrası yok. Hırçın bir çocuğun isyanı gibi. Kurmayı değil, sadece tepkisini kusmayı, yıkmayı amaçlayan, nihilist, insanın vahşi köklerine dönen toptan bir isyan. Yıktığının yerine koyacak değerleri, insan ilişkilerini yeniden tanımlayacak bir geçmişi ve gelenekleri olmayan, içi boşaltılmış insanların, var oldukları düzmece hale öfkeyle isyanı. Bir nevi, kurtuluşu yıkımda aramak onlarınkisi.
Gazetecilik eğitimi alan ve yazar olarak üne kavuşmadan önce araba tamircisi olarak çalışan “Dövüş Kulübü”nün yazarı Chuck Palahniuk, romanında anlattığı insanları yakından tanıyor ve hikayedeki pek çok unsur gerçek gözlemlerine dayanıyor. Hikayede ana karakter, bunalımını aşmanın bir yolu olarak ölümcül hastalıklara yakalanmış kişilerin buluştuğu destek grubu toplantılarına katılıyor. Gerçekten, somut acılar çeken ve adeta sanallaşan bir hayat içerisinde ölüm gerçeğiyle doğrudan yüzleşmek durumunda kalan insanlarla bir araya gelerek kendi somutlaştıramadığı bunalımını onlardan biriymiş gibi yaparak yaşama şansını buluyor, acısının paylaşıldığını ve anlaşıldığını hissediyor. Kesin bir çözüm sağlamasa da bu yolla geçici bir rahatlama yaşıyor. Palahniuk’un da biyografisinde ölümcül hastalıklara yakalanmış kişilere gönüllü yardımcılık yaparak onları destek grubu toplantılarına sürücü olarak götürüp getirdiği yazılı. Bu esnada yaptığı gözlemler Palahniuk’ta önemli izler bırakmış olmalı. Hatta belki o da karakteriyle aynı olmasa da benzer bir motivasyonla ölüme bu kadar yakın insanlarla vakit geçirmeyi arzulamıştır. Yanı sıra yerel basındaki gazetecilik tecrübesi ve bir tır şirketinde tamirci olarak çalıştığı dönem Palahniuk’a toplumun düşük gelirli çalışan kesimlerini yakından tanıma imkanı vermiş.
“Dövüş Kulübü” sonrası başka eserlere de imza atan Palahniuk psikolojik savunma mekanizmalarını, zihinsel hastalıkları bir hikaye aracı olarak kullanmayı ve günümüz insanının içinden çıkamadığı buhranları bu yolla yüzümüze çarpmayı seviyor. Bu hikayede söz konusu olan dissosiyatif kişilik bozukluğu basitçe, genellikle çocuklukta bir travmayla karşılaşıldığında kişinin dayanamayacağı ölçüdeki bu travmayla baş edebilmek için yeni bir kişilik veya kişilikler yaratması olarak tanımlanıyor. Tıbbi olarak ne kadar doğru yansıtıldığı bir tarafa, sinema ve edebiyat için çok çekici bir konu ve öyküye bir çok olanak verecek bir dramatik araç. Zaten “Dövüş Kulübü”nde de ana mesele böyle bir kişilik bozukluğunu hikaye etmek değil de hikayenin omurgasını oluşturacak bir araç olarak kullanmak.
Filmi tek başına ele aldığımızda kişiliğin bölünmesi 30’lu yaşlarda bir bunalımın sonucu olarak ortaya çıkmış gibi görünse de Palahniuk’un bu hikayenin devamı olarak yazdığı ve çizgi roman olarak yayımlanan “Dövüş Kulübü 2”de yazar, karakterin geçmişine de eğiliyor. Öncelikle filmde ismi belirtilmeyen karakterimizin adının Sebastian olduğunu öğreniyoruz. (Pek çok kişi ilk filmde zaman zaman bir anlatı aracı olarak kullanılan ve büyük ihtimalle çocuklara biyoloji öğretmek amacıyla yazılmış bir kitaptan okunan “Ben Jack’in kalın bağırsağıyım, şusuyum, busuyum” gibi cümleler nedeniyle karaktere Jack adını yakıştırsa da durum öyle değil.)
“Dövüş Kulübü 2”de şunu da öğreniyoruz ki Sebastian’ın diğer kişiliği Tyler Durden, çocukluğunda da mevcut imiş. Hatta kavgalarıyla çocukluğunu Sebastian’a zehir eden ve ayrılmalarının ardından bile geçimsizlikleriyle ona rahat vermeyen anne ve babasının ayrı ayrı yangınlarda ölümünden de Sebastian’ın diğer kişiliği Tyler Durden sorumludur. Filmde nasıl hayatının en bunalımlı anında ortaya çıkıp türlü türlü marka ve mobilyayla doldurduğu evini havaya uçurarak onu özgürleştirdiği gibi, çocukluğunda da sıkıntılarının kaynağı olarak gördüğü anne ve babasını yangına kurban ederek onu ‘özgürleştirmiştir’. Yani Tyler Durden o zaman da sınır tanımaz ve yıkıcıydı. O zaman da Sebastian’ın içinden çıkamadığı bunalımların nedeni olarak görünen şeyi ortadan kaldırarak, yıkarak, yok ederek çözmeyi amaçlayan diğer kişiliğiydi. Bu bakımdan yazar hikayenin devamında tıbbi tanıma biraz daha yaklaşıyor ve meseleyi çocuklukta temellendiriyor. Yazarın kendisinin de parçalanmış bir aileden gelmesi, meseleye otobiyografik bir yan katarken, hikayede sürekli tekrar eden terk edilmişlik, çaresizlik, terk eden, orada olmayan babaya duyulan öfke hislerini de anlamlı kılıyor.
Hikayenin çizgi roman olarak yayımlanan ikinci kısmı, ilk öykünün bitiminden on yıl sonrasını ele alıyor. Sebastian yaşadığı psikotik dönemin ardından akıl hastanesinde tedavi görmüş, ilk hikayede ölümcül hastaların destek gruplarında tanıştığı –oralara bedava kahve ve yemek için gelen başka bir ‘pozcu olan’- Marla Singer’dan bir çocuk sahibi olmuştur. Hastaneden çıkan Sebastian, Marla ile evlenmiş, bir işe girmiştir. Psikolojik tedavisine düzenli ilaç kullanımıyla devam etmekte ve müstakil, garajlı evi, çocuğu, köpeği, kendi ve karısının arabası, yaşadıkları sakin mahalle (suburban) ve düzenli işiyle alışıldık bir Amerikan aile hayatı sürmektedir. Tyler Durden’ın isyanını bastırmış ve yine beklentilere, kalıplara uygun bir yaşama dönmüştür. Acaba gerçekten dönmüş müdür? Dönebilmiş midir? Hikaye bu sorunun cevabını ele alıyor diyebiliriz.
Sebastian başlangıçta öyle olmadığını sansa da Tyler Durden yine oradadır ve bu sefer daha da büyük çaplı yıkıcı işler peşindedir. Palahniuk toplum eleştirisinin sınırlarını bir küresel sistem eleştirisine kadar genişletirken Tyler Durden da yıkıcılığının sınırlarını radikal fikirleriyle sonuna kadar zorlar. Belki çizgi roman olarak yayınlanmasının da getirdiği dürtüyle hikaye daha da uçuklaşır. Neyse, ilk hikaye bütün özgünlüğü ve gerçeklik duygusuyla, sağlam bir filme uyarlanmış olarak yine orada duruyor.
“Dövüş Kulübü 2”nin bir faydası var ki o da filmin hayranlarına karakterleri daha detaylı olarak tanıma ve Palahniuk’un fikir dünyasına daha fazla girme imkanı vermesi. Yazar, ünlü mitoloji uzmanı Joseph Campbell’dan aldığı bir görüşe de hikayesini temellendirirken değiniyor. Hollywood filmlerinin hikaye kurarken pek sıklıkla başvurmayı sevdiği, dünya üzerindeki bütün mitolojik öykülerdeki ortak hikaye ve karakter kalıplarını –arketipleri- tahlil eden “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” kitabının yazarı olan Joseph Campbell’ın mitolojik hikayelerden edindiği bir fikre göre erkeklerin onları yetiştirip büyüten babalarından sonra olgunlaşmalarını tamamlamalarını sağlayacak bir ikinci baba figürüne ihtiyaçları vardır. Babasızlık, terk edilmişlik olgusunun hissedildiği hikayede, hayata atılmış ancak bu ikinci baba figürünü bulamamış, olgunlaşamamış erkekler; Palahniuk’un ifadesiyle ustalarını bulamamış bir çıraklar nesli söz konusudur. Günümüzde de insanların hissettiği çaresizlik duygularının, büyüyememiş, olgunlaşamamış bir çocuk kalma halinin onlara yol gösterecek otoriter figürler ve ruhani öğretiler aramalarına yol açmasını da bu argümana bağlayabiliriz belki. Yanlış ustaların peşinde koşan bahtsız çırakların hazin sonu mu demek lazım bilemiyorum. Bu devam öyküsünde de ustasız çıraklar nesli, çaresiz ve hayalkırıklığıyla dolu halleriyle aradıkları ustayı Tyler Durden’da bulur ve kimlikleriyle birlikte isyanlarını ona teslim ederler. Ama Tyler Durden şefkatli bir baba değildir. Köle insanlardan özgür bireyler yaratılamaz ona göre, nihayi fikri yeniden doğum için toplu bir yıkımdır.
Palahniuk’un ikinci baba fikrini alıntıladığı Joseph Campbell, mitoloji üzerine olan çalışmalarında, Analitik Psikoloji’nin kurucusu İsviçreli psikiyatrist Carl Gustav Jung’un görüşlerinden oldukça etkilenmiştir. Jung’un işlediği ‘arketip’ kavramını temeline aldığı çalışmalarında, ‘animus/anima’ gibi Jung tarafından ortaya atılan kavramları da kullanırken Jung’un rüya çözümleme yöntemlerinden de faydalanmıştır. Palahniuk da Dövüş Kulübü’nün devam hikayesinde Tyler Durden’ı bir kişilik bölünmesinin daha da ötesine taşırken Jung’dan bir alıntı yapar: “İnsanlar fikir sahibi olmazlar. Fikirler insanlara sahip olur.” Tyler Durden da hikaye ilerledikçe Sebastian’ın ikinci karakteri olmaktan çıkıp kuşaktan kuşağa, insandan insana aktarılan bir çeşit fikire dönüşür. Palahniuk’a göre ise fikirler virüs gibidirler, bulaşıcıdırlar. Belki de gerçekten öyle; iyi veya kötü olduğuna bakmasızın bir fikir, uygun ortamı ve bünyeleri bulduktan sonra beklenmedik bir hızda yayılabilir. Dediğimiz gibi, bu kısım hikayenin devamını ve yazarın diğer görüşlerini merak edenlere.
Filme dönersek, iyi oyuncu seçiminin, romandan başarılı biçimde uyarlanan senaryonun ve usta yönetmen David Fincher’ın hakkını vermek lazım. Eserin başka ellerde bu kadar başarılı bir film olabileceğinden şüpheliyim. Fincher’ın karanlık ve detaycı üslubu, kamerayı ölü nesnelerin arasında seyahat ettirdiği sekansları, hikaye boyunca kişilik bölünmesini ifşa etmemesi ancak ayrıntılarda incelikle yansıtması, romandaki anlatım tekniklerini sinemasal anlatıma aktarırken gösterdiği yaratıcı ustalık “Dövüş Kulübü”nü özel bir film kılar. Fincher, röportajlarında kendisini sinema anlatımının felsefi ve teorik yönünden çok tekniğine meraklı bir yönetmen olarak tanıtsa da hikaye anlatıcılığında ulaştığı derinlik, Amerikan endüstrisinin göbeğinde olan bir yönetmen için hiç de yabana atılır seviyede değildir. Zaten bu başarısını başka çalışmalarıyla da pekiştirmiştir ve günümüzde yaşayan en önemli Amerikalı yönetmenler arasında yer almaktadır.
Fincher’ın filminin başarısı, bir yeraltı edebiyatı yazarı olarak tanımlanabilecek Chuck Palahniuk’a ve eserlerine de büyük bir ün getirmiş, onu kitlelere ulaştırmıştır. İçinde yaşadığımız dünyanın halleri ve bireyin çıkmazları devam ettikçe gerek Fincher’ın başarılı filmi “Dövüş Kulübü” gerekse arızaları anlatmayı seven arıza yazar Palahniuk’un eserleri dönüp dönüp bakılmayı hak etmektedir.
Psikesinema 14. sayı, Kasım-Aralık 2017
Be First to Comment