SEN İSTERSEN PROFESYONEL OL, AMA RUHUN ‘AMATÖR’ KALSIN

‘Amatör’(Amator), Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin ilk uzun metraj kurmaca sinema filmidir. 1979 yapımı film, Moskova Uluslarası Film Festivali’nde büyük ödülü almış ve yönetmenin uluslararası anlamda dikkat çekmesini sağlayan önemli bir adım olmuştur.

‘Amatör’ün başkarakteri Filip, küçük bir kasabadaki fabrikada satın alma memuru olarak çalışan, eşi İrenka ile birlikte sade bir hayat yaşayan 30 yaşında genç bir adamdır. İlk çocuklarının doğumu üzerine, Filip kızlarına dair hatıra değeri taşıyacak görüntüler çekebileceğini düşünerek küçük bir kamera satın alır. İş yerindeki amiri, Filip’in bir kamerası olduğunu öğrenmesi üzerine ondan fabrikadaki önemli olayları görüntülemesini, bir bakıma da iş yerinin propagandasını yapan filmler yapmasını ister. Böylece Filip kendini tesadüfler sonucu amatör bir sinemacı olarak bulur. Bu tesadüfi gelişme, Filip’in içinde gizli kalmış bir arzuyu harekete geçirir, ilginç bulduğu her şeyi filme almaya ve hatta filme alabileceği ilginç durumlar yaratmaya, filmler üretmeye başlar. Filmin bu noktadan sonraki iki ana çatışması, Filip’in bu yeni halinden memnun olmayan karısıyla yaşadığı huzursuzluklar ve amirinin çektiği filmleri denetim altında tutma isteğine karşın onun sanatsal özgürlüğünü koruma çabası eksenindedir. Filip’in yaşadığı bu çatışmalar ve kendini içinde bulunduğu çelişkiler üzerinden film boyunca belgesel filmin ve sinemanın doğası üzerine pek çok konu ele alınır.

‘Amatör’, iyi bir film olmanın yanısıra pek çok açıdan çok da ilginç bir film. Tek bir film süresi içerisinde, bir yönetmenin hayat tecrübesinin ve sinema anlayışının yoğunlaştırılmış biçimde yer aldığı, sinema tarihinde pek az rastlanır bir örnek. Nisbeten geç bir yaşta yönetmenliğe adım atan ve o dönemin komünist Polonya’sında devlet televizyonu için türlü belgeseller ve filmler çektikten sonra 40 yaşına yaklaşırken ilk uzun metraj kurmaca sinema filmini çeken Kieslowski, bu filmde adeta o zamana kadar biriktirdiklerini hikayeleştirmiştir. Filmde tek bir detay yoktur ki Kieslowski’nin bir sinemacı olarak kişisel hayatında yaşadıklarından ve çektiği belgesel filmler sırasında yaptığı gözlemlerden yola çıkmasın. Sayısız tecrübeden damıtılmış bir hikayedir bu.

Filip’inki kadar tesadüfi olmasa da Kieslowski’nin yolunun sinemayla kesişmesi de tesadüfi denebilecek seçimlerin sonucu olmuştur. Çocukluğunu Polonya’nın küçük yerleşim birimlerinde geçiren Kieslowski babasını erken yaşta kaybetmiş ve lise sonrasında, Varşova’da Tiyatro Teknisyenliği Okulu’nun yöneticisi olan bir akrabasının vasıtasıyla bu okula kaydolmuştur. Buradaki eğitimi sırasında tiyatro tutkusunu keşfetmiş, tiyatro yönetmeni olmak istediğine karar vermiştir. Fakat tiyatro yönetmenliği eğitimi alabilmesi için öncesinde başka bir dalda eğitim alması şartı vardır. O da yakın bir dalı, sinemayı seçer. Polonya’daki ünlü Lodz Film Okulu tarafından iki defa reddedildikten ve çeşitli işlerde çalıştığı birkaç yılın ardından okula kabul olmayı başarır. Fakat bu sefer de tutkusu sinemaya yönlenecek, belgesel filmler çekerek yönetmenliğe adım atacaktır.

‘Amatör’ün başkarakteri Filip ise yeni doğan kızını görüntülemek için aldığı kameraya sahip olması nedeniyle amirinin onu fabrikayla ilgili filmler çekmekle görevlendirmesi üzerine kendisini 30 yaşında amatör bir sinemacı olarak bulur ve bu sayede içindeki sinema tutkusunu keşfeder.

Filmde sinema tutkusu en saf haliyle anlatılır. Filip’in derdi ne festivallerde ödül almak, ne büyük izleyici kitlelerine ulaşmak ne de ünlü olup bol para kazanmaktır. O, elindeki küçük kamerayla, hayattan sahneleri gözlemlemeyi, hayatın içinden filmler üretmeyi arzular. Çekimler yapmaya başladıktan kısa bir süre sonra sinemanın doğasını da keşfetmeye başlar. Film, adım adım sinema dili üzerine Filip’in düşüncelerinin nasıl geliştiğini gösterir ve bu sırada yönetmenin sinema dili üzerine düşüncelerini de tartışmaya açar ve aktarır. Filip’in sıradan hikayesi sinemanın doğasını mütevazi biçimde aktaran bir anlatıya dönüşür.

Önce hayattan ilgisini çeken anları görüntülemekle işe başlayan Filip, bir gün pencere pervazına konmuş güvercinleri filme alır. Güvercinler birden pervazdan havalanıp uçup giderler. Bu an Filip’in hoşuna gider. Filip’in aklına güvercinleri tekrar pencere pervazına çekmek üzere oraya ekmek ufalamak ve sonra uçmalarını sağlamak üzere eliyle onları kovalamak gelir. Böylece hayatın içinden bir sahneyi daha iyi görüntüleyebilmek için ilk mizansenini oluşturmuş olur Filip. Gerçekliğe müdahale eder, salt gözlemciliğin ötesine geçer. Kieslowski’nin film okulundaki bitirme tezinin adı “Gerçeklik ve Belgesel Sinema”dır. Bu tezinde Kieslowski, gerçek hayatın kurmacadan çok daha ilginç ve dramatik olduğunu belirtir. İşte bu ilginç ve dramatik özü daha iyi yakalayabilmek de salt kayda almakla değil yönetmenin bilinçli çabasıyla olur.

Sinemanın hikayesinde de durum böyledir. Sinema tarihinin ilk filmi olarak kabul edilen, Lumiere kardeşlerin ilk kısa filmi ‘Lyon’daki Lumiere Fabrikası’ndan Çıkış’ta tek bir açıdan fabrikadan çıkan işçiler görüntülenmiştir. Sinema gerçekliği gözlemleyen belgesel filmlerle başlamıştır. Ancak, sonraki adımda yönetmenin müdahelesi, mizanseni kurması ve kurguyla birlikte gerçeklik hamurunu kendi tarzlarında yoğuran yönetmenler yeni anlatılar oluşturmuş ve sinema kurmaca hikayeler anlatmaya başlamıştır. Belgesel sinema, diğer bir koldan kendi yoluna devam etmekle birlikte, belgesel filmler de yönetmenlerinin becerileri ve yaklaşımlarının gerçekliği yakalama başarısı ölçüsünde güçlü anlatılar haline gelmişlerdir.

Film, ilerleyen kısımlarda insanların yaşamlarını filme almanın doğuracağı olası etik meselelere de değinir. Bir sahnede kızını görüntülemek isteyen Filip’e, onun bir kız olduğunu ve çıplak biçimde görüntülenmemesi gerektiğini söylenen karısı İrenka engel olur. Fabrika’da çalışan cüce bir işçinin hayatını anlatmak istediğinde ise karşısına amiri çıkar, bunun o işçiyle dalga geçmek olacağını belirtir. Bunlar kişilerin kendi çıkardığı anlamlardır esasında. Filip’in tek niyeti ilgisini çeken bir gerçeklik halini görüntülemektir. Gerçeğin kontrol altına alınan, sadece gösterilmesi istenen yüzünü göstermenin ötesinde, hayattaki garip, sıradışı, hayatın dışarıya gösterilmek istenen yüzünün ardındaki halleri yakalayarak gerçeğe dair daha doğru bir söz söyleyebileceğine, böylesinin daha doğal olduğuna inanır. Özellikle otoriter bir yönetim altında çalışırken de bu epey zor bir iştir.

Amiri, fabrikanın kültür fonunu bir sinema kulübü ayırmaya ve Filip’e fabrikayı tanıtacak ve fabrikadaki önemli olayları kayda alacak filmler görevini vermeye karar verirken Lenin’in sinemayla ilgili bir sözünü alıntılar. Lenin, sinemanın bütün sanat dalları içerisinde onlar için en önemlisi olduğunu belirtmiştir. Kuşkusuz, burada Lenin sinemanın kitleler üzerinde oluşturduğu büyük etkiden ve bir propaganda aygıtı olarak gücünden bahsetmektedir. Amirin sinemaya kaynak ayırmaktaki motivasyonu da aynı düşünceden gelir. Bu durum ise, sinemaya karşı saf bir tutku beslemeye başlayan Filip’in yaratıcı özgürlüğünü kısıtlar ya da en azından kısıtlama altında tutmaya çalışır. Kieslowski, yine bir röportajında komünist dönemde devlet otoritesinin gerçeğin sadece olması gerektiğini düşündükleri gibi gösterilmesini istediğini ve propaganda araçlarıyla gerçekliği bu şekilde yansıttığını ve fakat bunun karşısında asıl gerçekliğin böyle olmadığını, gerçeğin olduğu gibi anlatılmasına ihtiyaç olduğunu belirtir. Kieslowski de her ne kadar devlet televizyonu için çalışmış olsa da çektiği belgesellerde mümkün olduğunca gerçekliği olduğu gibi olan özünü yakalamaya çalışmıştır.

Kieslowski komünist dönemdeki sansür mekanizmasını eleştirmekle birlikte bu durumun sinemacıları anlatmak istediklerini sansüre takılmadan anlatabilmek amacıyla yeni anlatım olanakları aramaya ittiğini, bunun da pek de kötü birşey olmadığını belirtir. Belki, Kieslowski’nin filmlerindeki çok katmanlı yapıyı, görünenin ardındaki derin anlam katmanlarıyla oluşan anlatıları biraz da bu duruma borçluyuzdur. Diğer taraftan, kapitalist ekonomide para kazanmak için yönetmenlere film yapma olanağı sağlayan yapımcıların, devlet kaynaklı destek fonlarının yönetenlerin ve dahası sinemayı propaganda aracı olarak gören herhangi bir isyasi otoritenin de sanatsal yaratıcılığı ve gerçekliğin yansıtılış biçimlerini kısıtlamadığını söylemek doğru olmaz. Hatta bazı durumlarda bu baskılar başka yönlerden daha ağır da olabilmektedir. İlginç biçimde, komünist otoriter yönetimler çatısında, zaman zaman küçük de olsa sanatsal alanda özgürlükçü alanlar açılabilmiştir. Stalin’in politikası doğrultusunda 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş olsa da, Kieslowski’nin de mezun olduğu Lodz Film Okulu, daha sonraları sanata önem verilen özgürlükçü yapısıyla tanınmıştı. Andrzej Wajda ve Roman Polanski gibi önemli yönetmenler de bu okuldan mezun olmuşlardır.

Filip, amiri sayesinde bir tripoda, film rulolarına, bir ekibe, çalışabileceği bir mekana ve zamana sahip olur. Bunun karşılığında da amirin beklentilerini karşılayacak, fabrikayla ilgili filmler çekecek, bunların arasında bulduğu zamanda da kendi arzuladığı filmleri çekmeye çalışacaktır. Amirin film çekim sürecine müdaheleleri bazen estetik alana da kayar. Filmin üzerine müzik ve sesli anlatım konulması isteği Filip’e uygun gelmez mesela. Bu kolaycılık, filmin kolay ulaşılır olmasını isteyen basmakalıp bir yapımcının tavrıdır esasında. İnsanlara kolay ulaşılır izlenceler sunma amacında olan televizyon dilinin tavrıdır. İnsanların ilgisini her an ayakta tutmak için müzik eklenmeli, herkesin her şeyi en kolay biçimde anlamasını sağlamak için açıklayıcı bir konuşma görüntülere eşlik etmelidir. Bunlar ise bir sinemacı için sinema dilinden taviz vermek, hatta sinemasal anlatımı yadsıyıp ucuz bir yola sapmaktır. Kieslowski’nin bu konuda da görüşü nettir, gerçek altı çizilerek değil olduğu gibi anlatılmaya çalışılmalıdır.

Filip’in amiriyle arasındaki durum böyle iken karısıyla ilişkisinde de sorunlar baş göstermeye başlar. Filip’in karısı İrenka, sade, mutlu ve huzurlu bir yaşamın hayalini kurmuş ve bunu gerçekleştirmek üzere Filip’le evlenmiştir. Tam da çocuklarının dünyaya geldiği, bu hayalin yeni bir aşamaya geçeceği sırada, Filip’in sinema tutkusu ortaya çıkmış ve İrenka’nın hayalini kurduğu dünyayı ve yaşamı tehdit etmeye başlamıştır. Filip fabrikadaki bir töreni anlatan ilk kısa filmiyle bir amatör film yarışmasından ödül alır, orada yeni bağlantılar edinir, yeni bir çevreyle, yeni bir dünyayla tanışır. Dahası sabah akşam tek düşündüğü çekeceği sahneler olmaya başlar, İrenka’nın ihmal edildiğini ve Filip’in bu yeni tutkusunun basit ve mutlu yaşamlarını bozduğunu düşünmesine yol açar.

Zaten film de, daha en başında İrenka’nın bu korkusunu simgeleyen bir sahneyle açılır. Filmin ilk görüntüsü yırtıcı bir kuşun beyaz bir güvercini parçalama anıdır. Bir vahşi yaşam belgeselinden çıkmış gibi görünen bu görüntünün aslında Filip’in doğum yapmak üzere olan karısı İrenka’nın gördüğü bir kabus olduğunu anlarız. Filmin ilerleyen bölümlerinde, İrenka bu kabusun bir benzerini daha görecektir ki bu ikinci kabusta yırtıcı kuş bir bebeğin kafasını gagalamaktadır

Bu kabusların filmdeki anlamını kavrayabilmek için Kieslowski’nin kendi yaşam öyküsüne dönmemiz gerekir. Kieslowski, bir röportajında, Ken Loach’un 1969 yapımı filmi ‘Kerkenez’(Kes)’i izledikten sonra çok etkilendiğini anlatmıştır. ‘Kerkenez’, -adından da anlaşılacağı gibi- İngiltere’de işçi sınıfından küçük bir çocuğun tesadüfen keşfettiği vahşi bir kuşla kurduğu ilişki üzerinden hikayesini anlatan bir filmdir. Filmden çok etkilenen Kieslowski, asistanlık yapmayı hiç sevmediği halde bu filmi izledikten sonra Ken Loach’un kahvesini taşımaya bile hazır olduğunu düşündüğünü belirtir. Kieslowski’nin sinema okulundan yeni mezun olduğu zamana denk gelen bu film, onun sinemaya bakışını da derinden etkilemiş olsa gerek. Kieslowski’nin Ken Loach’un sinemasına duyduğu hayranlığın izlerini kendi sinema anlayışında takip etmemiz de mümkün. 

Dolayısıyla bir bakıma, ‘Amatör’de yer alan ve ‘Kerkenez’ filmindeki kuşa oldukça benzeyen filmin ilk sahnesindeki yırtıcı kuşun beyaz güvercini parçalaması, aslında Kieslowski için Ken Loach’un ‘Kerkenez’ filmini anımsatan yırtıcı kuşla temsil edilen sinema tutkusunun, beyaz güvercinin temsil ettiği, İrenka’nın saf, basit ve huzurlu bir yaşam arzusunu tehdit etmesidir. Aynı şekilde çocuklarının dünyaya gelmesinin ardından İrenka’nın gördüğü ikinci rüyada da yırtıcı kuşun bebeğin kafasını gagalaması, Filip’in sinema tutkusunun çocuklarıyla birlikte kuracakları huzurlu aile hayatını tehdit etmesi olarak anlaşılabilir. Bu kabus ögesinin filmde kullanılışı biraz dolaylı ve kişisel bir gönderme de olsa Kieslowski’nin kurduğu katmanlı anlam yapısına güzel bir örnektir.

Kieslowski’nin Ken Loach sinemasına duyduğu ilgiye dönmek gerekirse, bunun izlerini sinema anlayışında, özellikle de ilk filmlerinde sürebiliriz. Ken Loach, doğalcı bir anlayışla sıradan insanların dünyalarını, hikayelerini anlatan ve çoğu zaman bu hikayeler üzerinden daha üst bir düzlemde toplumsal sisteme, kapitalizme eleştiriler getiren önemli bir sinemacıdır. Kieslowski’nin de özellikle ilk filmlerinde içinde yaşadığı toplumsal düzene içten içe getirdiği eleştirilerin yanı sıra sinemasının temelinde benzer bir doğalcı bir yaklaşım vardır. Sınıfsal sisteme, kapitalist topluma filmlerinde önemli eleştiriler getiren Ken Loach bunu büyük anlatılar kurarak yapmak yerine sıradan insanların küçük dünyalarına dair hikayeler üzerinden yapmayı seçer. Ki burada da sinema tarihinde biraz daha geriye gidip, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin önemli filmlerinden ‘Bisiklet Hırsızları’na atıf yapmamız gerekir. Ken Loach bir röportajında bu filmden çok etkilendiğini, onun da yapmak istediğinin bir mikrokozmos içinde küçük hikayeler anlatmak yoluyla büyük çerçeveye ulaşmak ve genele dair fikirlerini küçük hikayelerle anlatmak olduğunu belirtir. Daha sonra sinemasının sınırlarını daha da genişletecek olan Kiselowski’nin özellikle de ilk filmlerinde bu anlayış belirgindir. ‘Amatör’de sıradan bir memurun içinde doğan film çekme tutkusunu anlatırken, bu küçük hikaye üzerinden gerek sinemanın ve sanat tutkusunun doğası hakkında gerekse toplumsal otorite ve kültürel önyargılar karşısında sanatçının durumu hakkında önemli fikirler sunar. Sinemasal anlatımın en önemli olanaklarından birisi budur: Büyük prodüksiyonlara, epik hikayelere ihtiyaç duymadan da sıradan insandan, günlük yaşamdan yola çıkarak gösterdiğinin çok daha ötesine dair fikirler sunabilme kabiliyeti. Diyebiliriz ki daha sonra ünlü film serisi Dekalog’u yapacak ve dinler tarihindeki temel metinlerden birisi olan On Emir’den yola çıkarak sıradan insanların küçük hikayeleri üzerinden hayatının bütününe ve en çetrefilli meselelerine dair sözler söyleyen güçlü anlatılar kuracak olan Kieslowski’nin bu başyapıtları da bu anlayışın bir devamıdır.

Filmde yönetmenin insanlara yaklaşımında hissedilen şefkat, sıradan insanların ilişkilerinin sanki aralarındaymışçasına sıcak ve detaylı bir anlatımla sunulması, Ken Loach’un filmlerinin de başat özelliklerindendir. Anlatımın bu şekilde kurulmasında oyunculukların payı da büyüktür. Filmdeki oyunculuk tarzı, aşırıya kaçmaz, doğal olmaya özen gösterir ve hayatın içinde her daim bulunan ince bir mizahi havayı da elden bırakmaz. Başroldeki Jerzy Stuhr’un Polonya’nın yetiştirdiği en önemli oyunculardan olmasının yanı sıra en ufak rollerdeki oyuncular dahi hiç sırıtmadan büyük bir doğallıkla rollerini oynarlar ki bunda Kieslowski’nin oyuncu yönetimindeki başarısı yadsınamaz. Kieslowski, başroldeki oyuncuların ilgi çekici personalarını perdeye yansıtmayı başarırken küçük rollerdeki oyuncuların oyunlarında da sanki gerçekten o kasabanın sıradan insanlarıymış gibi doğal bir hali yakalamayı başarır.

‘Amatör’, Filip’in görüntüleri farklı sıralarda birbirlerine ekleyerek anlamlar üretmek için kurgu dilini öğrenmesi, sinemanın hayatın küçük bir kesitini kayda alarak anın ölümlüğü karşısında dünyaya bir iz bırakma hali gibi pek çok ayrıntıyla, sinemayla ilgili önemli konulara ve düşüncelere değinmeye devam eder. Festivalde filme verilen ödülü yapımcının mı yoksa yönetmenin mi alması gerektiği gibi bir mesele bile Filip’in küçük hikayesi üzerinden konu edilir.  Filmde yer alan her sahne, her olay, her durum ya yönetmenin hayatından bir kesitle, ya sinema üzerine bir fikriyle ya da bir yönetmenin kişisel ve toplumsal ilişkilerinde karşılaşabileceği sorunlarla ilintilidir. Kieslowski hikayeyi, hayatındaki sayısız tecrübeden damıtırken, diğer taraftan da sinema ve bir sinema yönetmeni olmak üzerine fikirlerini bu küçük kasabada, sıradan insanlar arasında geçen sade hikaye üzerinden büyük bir başarıyla tartışır ve aktarır. ‘Amatör’, izleyiciye, doğalcı bir yaklaşımla anlatılan güzel bir hikaye ve sempatik karakterler sunarken sinemanın doğası ve yönetmenin sinema anlayışı üzerine düşünmeye aruzulu izleyiciler için de türlü ayrıntılarla pek çok kapı aralar. Filmin bu bakımdan, sinema üzerine söz söyleyen filmler arasında da önemli bir yeri vardır.

Filmde Kielsowski’nin kendi yaşamıyla kurduğu pek çok paralellik vardır. Kadınlarla ilişkisi sanat tutkusu nedeniyle bozulmuş mudur bilemeyiz ama devlet otoritesiyle sorunlar yaşadığı aşikardır. Paralellikler bununla da kalmaz. Filip’in çektiği kısa filmlerin konuları Kieslowski’nin kariyerinin başlarında çektiği belgesellerin konularıyla da epey benzerdir. Bu filmde Kieslowski, adeta Filip’in küçük hikayesini bir örtü gibi kullanarak kendi hayatına ve sinema yolculuğuna dair bir hikaye anlatmış gibidir.

Başka bir önemli nokta da Kieslowski’nin sinema dilinde de oluşturduğu katmanlı yapıdır. Filmin sinema dili mümkün olduğunca doğalcıdır. Kompozisyonların hiçbirinde özenle kurulmuş havası yoktur, görsel estetik kaygısı hiçbir zaman hikayenin ve anların önüne geçmez. Belgeselvari bir estetikle sabit durmayan el kamerası insanların arasında dolaşır. Bu çekim biçimi filmin özüyle de uyumludur. Amatör bir sinemacının belgesel filmler çekmesiyle ilgili olan filmin çekimleri amatör olmasa da yine belgeselvaridir. Pek çok yerde Filip’in çektiği filmler sahnelerle iç içe geçer, Filip’in filmleri Kieslowski’nin filminin bir parçası haline gelir. Filmin bir sahnesinde kendisi olarak yer alan, Kieslowski’nin film okulundan da öğretmeni olan ünlü Polonyalı yönetmen Zanussi’nin bir filminden sahneler de filmin içinde yer alır. Anlatıda anlam katmanları kullanmayı seven Kieslowski sinema dilinde de böylece iç içe geçen katmanlar oluşturur.

Filmin hikayesine döndüğümüzde ise sonlara doğru Filip’in yaşadığı çatışmaların büyüdüğünü ve hayatında yıkıcı sonuçlara yol açtığını görürüz. Karısıyla ilişkisi sinema tutkusu nedeniyle bozulur. Filip bu tutku sayesinde yaşadığı basit hayatın ona verebileceği huzurun ötesinde bir haz keşfetmiştir. Hayatı kendi vizöründen yansıtabilmek, seçtiği anları kayıt altına alıp düzenleyerek bakışını yansıtabilecek bir anlatı oluşturabilmek, hayata dair bir söz söyleyebilmek, kısacası sinema yönetmenliğine duyulan tutkunun özündeki her şey Filip’in içine işlemiştir. O artık eski Filip olamaz, içine kurt düşmüştür bir kere. İşte İrenka’nın kabullenemediği durum da budur. O eski Filip’i, onu tatmin edecek basit ve huzurlu aile yaşamını arzular. İrenka’nın paylaşmadığı bu tutku, ona göre bu huzuru yok eder.

Diğer yanda ise Filip’in amiriyle yaşadığı sorunlar vardır. Fikir ve senaryo aşamasından itibaren onu kontrol altında tutmak isteyen, isteklerini kısıtlayan amirine karşın Filip yine de kendisini istediği filmleri çekmekten alıkoyamaz ve hatta bu filmlerden birisi ilginç bulunarak televizyonda gösterilir. Filip’in yaşadığı küçük bir kasaba için büyük bir olaydır bu. Ve fakat, bu filmde gerçekliğin otoritenin göstermek istediği biçimin dışında gösterilmesi Filip’e pahalıya patlar, iş yerinde ona destek veren insanların işleri tehlikeye girer.

Film boyunca derdi gerçekliği gördüğü ve hissettiği gibi anlatmak olan Filip, bu arzusunu gerçekleştirmeye çalışırken yaşadığı çatışmalardan ve sorunlardan bunalır. Bu sürecin hayatında yarattığı olumsuz sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalır. Ve sonunda çareyi kamerayı kendisine çevirmekte bulur. Kendine dönmek, içine bakmak, oradan anlatmak… Kuşkusuz –daha önce de değindiğimiz gibi- anlatılarını anlam katmanlarıyla ören bir yönetmen olan Kieslowski’nin tek bir basit yargıya vararak filmi bitirdiğini düşünmek hata olur. İnsanı düşünmeye iten bir sondur bu.

Fakat durum da böyleyken böyledir. Gerçekliği yansıtmaya çalışmak çetrefilli bir iştir. Her zaman türlü sorunlarla, etik çelişkilerle dolu olacak ve hiçbir zaman mutlak bir gerçekliğe de ulaşılamayacaktır. Çare tümüyle kendine dönmek, gerçeğe dair sözünü ancak kendinden yola çıkarak mı söylemektir? Belki yoluna belgesel filmlerle başlayan, gerçeklik ve belgesel sinema üzerine yoğun biçimde düşünen Kieslowski’nin kurmaca anlatılara geçiş yapmasının nedeni de bu soruda saklıdır.

‘Amatör’, bahsettiğimiz bütün önemli özelliklerinin yanısıra Kieslowski’nin sinema yolculuğunu anlamak isteyenler için de pek önemli bir film. İlk çalışmalarındaki sinemasal arayışının, tecrübelerinin, keşiflerinin ve düşünce süreçlerinde vardığı sonuçların bir meyvesi. Ve Kieslowski’nin sonrasında sinemada geniş ufuklara yelken açacağı bir hareket noktası.

Psikesinema 13. sayı, Eylül-Ekim 2017

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *