BİLDİĞİNİ BİLMEK İSTİYORUM

“I know you’re there. I know you’re watching that. I know you know… everything… I know…”

(“Orada olduğunuzu biliyorum. Biliyorum bunu izliyorsunuz. Bildiğinizi biliyorum… Her şeyi… Biliyorum…”)

2008 yapımı “Bildiğinizi Biliyorum” (“I Know You Know”) Galli yönetmen Justin Kerrigan’ın, akli rahatsızlıklarla boğuşan bir babanın ve 11 yaşındaki oğlunun hikayesini anlatan filmidir.

Charlie ve oğlu Jamie bir yolculuğun ardından memleketleri Cardiff’e dönerler. Uçaktan inişte onları Charlie’nin ‘ajans’tan arkadaşı Mr. Fisher karşılar. Charlie Amsterdam’da bir takım işleri halletmiş, şimdi başka işleri halletmek üzere şehrine dönmüştür. Jamie’ye göz kulak olmakta Charlie’nin amcası Ernie ve eşi Lilly de ona yardım edecek, Charlie ne olduğundan bahsetmediği gizli ‘ajanlık’ işlerini hallederken Jamie de okula gidecektir.

Filmin ilk sahnesinden itibaren Charlie’de yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissederiz. Ancak Charlie’nin durumunun açıklaması filmin daha sonrasında ortaya çıkacaktır. Aslında Jamie de babasının seyahat ajansı işinde çalıştığını bilir. Charlie ise kendi çapında gerçek bir ajan gibi gizli görevler peşindedir. Astrosat adında evlere uydu-TV üyeliği satan bir firmanın görünür faaliyetinin ardındaki ‘kötücül’ amaçlarını araştırır.

Charlie kendi içinde türlü paranoyalarla bir mücadele verirken, Jamie de okulda dışarıdan gelen yeni çocuk olmanın sorunlarıyla mücadele eder. Gayet acımasız olabilen çocuklar arası dünyada farklı veya zayıf olarak görülenin kolayca mağdur kaldığı dışlanma, aşağılanma ve ezilmeyle karşı karşıya kalır. Toplumdan ve insan ilişkilerinden neredeyse tamamen kopup kendi karanlık çıkmazlarına gömülmüş olan Charlie’nin hikayesine paralel olarak Jamie’nin ‘normal’ dünyada yaşadığı yabancılık hikayesi de ilerler.

Ernie Amca ve eşi Lilly Teyze, ‘sıradan’, ‘düzgün’, ‘küçük’ insanlara iyi birer örnektirler. Bu yaşlı çift, apartman dairesinde kendilerine kurdukları huzurlu dünyada yaşamlarını devam ettirmektedirler. Babasının gizemli karanlığı ve okulda ‘normal’e uyum sağlamak için verdiği mücadelenin arasında sıkışan Jamie’ye bu çiftin sıradan dünyası da sıkıcı gelmeye başlar. Neyi ‘normal’ olarak kabul etmesi ve neye uyması gerektiği konusunda kafası karışan bir çocuk olarak ‘sıradan’ görünenden, kurallı olandan kaçmak ister.

Her baba oğlunun gözünde kahramandır. Charlie’nin de dışarıdan, diğer insanlar tarafından nasıl görüldüğü önemli değildir; o Jamie’nin kahramanıdır. Galli yönetmen Justin Kerrigan ikinci filmi olan ‘Bildiğinizi biliyorum’u babasında ithaf eder. Anlaşıldığı kadarıyla öykü kısmen otobiyografiktir. Yönetmenin kendi babasının Charlie ile olan benzerliğinin derecesini bilemeyiz ancak Kerrigan filmin senaryosunu belli ki kendi çocukluk anılarından ve babasının hikayesinden yola çıkarak oluşturmuştur. Hatta filmde Ernie Amca rolünü oynayan Karl Johnson gerçek hayatta yönetmenin büyük amcasıdır ve filmde Jamie’ye göz kulak olduğu gibi yönetmenin çocukluğunda da ona göz kulak olan ve büyüten kişidir. Yönetmen Justin Kerrigan için filmin otobiyografik önemi epey fazladır. Böylece, 11 yaşındaki bir çocuğun kahramanı olarak gördüğü, sorunlarla ve hastalıkla boğuşan babası ile olan ilişkisini anlatan bu yetişkin adam, bu film yoluyla yakın zamanda kaybettiği babasının anısını yad eder.

80’lerin Cardiff’i, fabrika bacaları, tekdüze caddeleri, birbirinin tıpkısı dizi dizi evleri ve sıradan insanların yaşamlarından görüntüler ile görsel olarak başarılı biçimde aktarılmıştır filmde. Başrolde her zamanki gibi döktüren ünlü İskoç oyuncu Robert Carlyle’ın yanı sıra, Jamie rolünde çocuk oyuncu Arron Fuller da son derece doğal ve başarılıdır. İkilinin karşılıklı oyunculuklarıyla baba-oğul arasındaki sevgi bağının gücü izleyen tarafından da hissedilir.

Hikaye ilerledikçe Charlie de gizli görevinde ilerler. Astrosat’ın kurduğu komployu çözmeye çalışır, çalıştıkça da paranoyalarla dolu dünyasına daha çok gömülür. Filmin belki de en karanlık ve en hüzünlü olan sahnesinde Charlie ve Jamie başbaşadırlar.

– Onlar düşman Jamie.

– Astrosat mı?

– Şimdi en mükemmel silaha sahipler; zihin kontrolü. Ülkedeki bütün evlere uydu çanakları yerleştirecekler. İnsanlara ne düşüneceklerini, ne satın alacaklarını, kime oy vereceklerini anlatacaklar; ta ki beyinleri yıkanana dek. Onlar özgür olduklarını sanmaya devam edecekler. Sinyali durdurmalıyım. Biliyorum, bunu birisine anlatmaya çalışsan seni deli sanarlar.

– Bu saçmalık…

Charlie Astrosat’ın şeytani planından bahsetmektedir. Ve diyalog daha garip biçimde devam eder. Sahne filmde bir kırılma noktası teşkil eder. Bu sahneyle birlikte babasına bakışı değişir, artık aklının yerinde olmadığını düşünür. Sahnenin son derece dramatik olan sonunda Charlie’nin düşünüşünde ciddi sorunlar olduğunu düşünmek gayet doğal olsa da yukarıda geçen diyalogda söyledikleri hiç de gerçekdışı değildir aslında. Günümüzde iletişim araçlarıyla kitlelerin türlü yönlendirmelere maruz kaldığını kim inkar edebilir ki? Ünlü bir laf var ya: “Paranoyak olmam takip edilmediğim anlamına gelmez.” Belki durum biraz da böyle. Özellikle de yaşadığımız çağda.

Ve Jamie, babasını kahraman olarak gören bir çocuktan onun rahatsızlığının, zaaflarının ve eksiklerinin de farkında olan bir oğula dönüşür. Büyür. Charlie’nin ‘ajans’tan arkadaşı Mr. Fisher’ı ziyaret edip Charlie’nin gerçek hikayesini öğrenir. Mr. Fisher işletmelere lisans sağlayan birisidir. Seyahat ajansı açmak isteyen Charlie de zamanında ona gelmiştir. Fakat Charlie bir süre sonra binaya taşınan uydu-TV firması Astrosat nedeniyle ofisinden çıkarılmış ve işleri bozulmuştur. Kısacası filmin öyküsünde ortaya çıkan gerçeklerle Charlie’nin paranoyak düşüncelerinin gerçek kaynakları açıklanır. Charlie’nin aklını kaybediş hikayesi anlaşılır kılınır.

Filmin değindiği önemli noktalardan birisi budur bence. Akli veya ruhsal bir rahatsızlığın sadece genetikle ve beyin kimyasıyla alakalı olmayıp kişinin yaşamındaki olayların yol açtığı etkilerden de kaynaklanması. Dilimizdeki ‘akli’ ve ‘ruhsal’ ayrımı bu durumu kendi içinde açıklar gibi zaten. Akıl dediğimiz rasyonel düşünceyi, olması gerekeni, normali ifade ederken ve beynin kimyasındaki bir bozuklukla açıklanmaya daha yatkınken; ruh tam olarak nerede olduğunu bilemediğimiz insana dair bir özü temsil eder. Bu özdeki incinmeler, rahatsızlanmalar, kimyadaki bir bozulmadan çok insanın duygusal dünyasındaki incinmelerle, insanlarla ve dünyayla ilişkilerinde yaşadığı talihsiz hallerle daha iyi açıklanabilir.

Kişilerin hikayeleri, yaşamları, aile geçmişleri, ilişkileri bilinmeden rahatsızlık hallerini de tam olarak anlamak mümkün olmaz yani. Zaten Freud’un açtığı en büyük çığır, herhalde psikiyatrik rahatsızlıkları sadece biyolojik olarak bir sınıflandırmanın ötesine taşıyıp daha derin insani nedenlere bağlama girişimi olsa gerek. Böylece ‘hasta’ ve ‘normal’ olanı birbirinden apayrı duran kümeler olarak ele almaktansa, kapsayan bir küme olan ‘insan’ kümesi içinde değerlendirme kapısını aralar. Daha sonraki yıllarda bizzat psikiyatristlerin içinden çıkacak itirazlarla şekillenecek olan anti-psikiyatri akımı da sanırım hastalara daha fazla anlamak gayesiyle yaklaşmayı, nedenleri ve çözümleri biyolojinin ötesinde yaşamın içinde aramayı amaçlıyordu. Sanırım rahatsızlığı bulunan insana zaman zaman bir nesne gibi davranan psikiyatrinin bazı katı yaklaşımlarına itiraz ediyordu. Elbette psikiyatri yok edilerek ve biyoloji yok sayılarak bir yere varılamaz. Ancak iyi ki ‘anti’si, itirazı kendi içinden çıkmış ve bir parça da olsa değişime yol açmış. ‘Anti’ler ve isyanlar olmadan gelişim de pek kolay olmuyor. İtaatin hakim kılındığı, soru sormanın ayıplandığı kültürler eninde sonunda kendi orta çağlarına hapsolur. Anti-psikiyatri akımı yepyeni bir sentez yaratamadıysa da psikiyatriyi böyle bir tehlikeden biraz olsun korumuştur belki.

Filme döndüğümüzde babasının içinde bulunduğu hal ile yüzleşen, büyüyen, hayatın sorumluluğunu omuzlarına almaya hazırlanan Jamie için, babasının acıklı durumu karşısında yapılacak tek şey kalmıştır; onun psikiyatrik tedavi almasını sağlamak. Charlie, Jamie’nin onu tanıyan bir polis memurundan aldığı yardımla ve küçük bir kandırmacayla hastaneye yatmak üzere görevlilere teslim olur. Hikayesinin sonrasını ise filmin sonunda Jamie’nin yetişkin sesinden öğreniriz… Charlie hiçbir zaman tam olarak iyileşememiş, türlü paranoyalara kapılmaya devam etmiş ve 50 yaşında aramızdan ayrılmıştır. Ne mutlu bir son vaad eder bize bu film ne de kendini acındırmanın peşindedir. Sadece olduğu gibi bir hikaye, olduğu gibi insanlar ve olduğu gibi sevgi vardır içinde.

Evet… Oğul bilir. Baba bilir. Ama başkaları bilir mi acaba? Mesela polis memuru, mesela psikiyatrist bilir mi? Birilerinin bildiğini biliyorum ama kim onlar bilmiyorum. Bilseler güzel olur gerçi. Daha çok bilseler… Her şeyi olmasa da en azından birazını…

Psikesinema 12. sayı, Temmuz-Ağustos 2017

MAD Written by:

Münir Alper Doğan. Yönetmen, Yazar

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *